19 Şubat 2010 Cuma

Yaratıcı Beyin, Nancy C. Andersen, 2005

Mimarlık eğitimi yazıları denemeler 3- Ocak 2010

Nancy C. Andreasen, Yaratıcı Beyin: Dehanın Nörobilimi, Çeviren Kıvanç Güney , Arkadaş Yayınevi, Ankara 2009. Özgün yayın: The Creating Brain: The Neuroscience Of Genius, Dana Press, New York/Washington, 2005.
Zekâ ve yaratıcılık arasındaki ayırım birçok bilimsel çalışma ile kanıtlanmıştır. Yaratıcılık beyne ait başka bir yetidir. Yaratıcılığın temel bileşenleri:
Özgünlük: yeni ilişkiler, bakış açıları, betimleme yolları sezmeyi içerir. Bu ilişkiler doğada keşfedilip yeni doğa yasalarıyla ya da roman ve şiir gibi bir ürünle ifade edilebilir.

Fayda: Faydanın tanımı en geniş anlamda yapılmalıdır çünkü sanatta yaratıcılığın her zaman gözle görülür, elle tutulur bir işe yararlılığı yoktur. Faydası her şeyden önce başkalarında yeni duygular uyandırması, esin yaratması ya da insan zihni/beyninin ulaşabileceği korkuyla karışık bir hayranlık hissi yaratabilmesinde yatar.

Ürün: Yaratıcılık ortaya bir çeşit ürün koymalıdır. Yaratıcılık bireyle başlar. Daha sonra bu birey, yaratıcı bilişsel süreç boyunca, bir sorunu ele alır ya da iyi bir soru sorar veya yeni bir görüş ve kavramsallaştırma yolu arar. … Birey, süreç, ürün. Bu bileşenler doğrusal, yinelemeli ya da yalnızca gizemli bir şekilde bir araya gelebilir. Sa. 22

Yaratıcı Kişilik

Yaratıcı bireyi tanımlayan kişilik özellikleri deneyime ve maceraya açık olma, asilik, bireysellik, duyarlılık, oyunculuk, ısrarcılık, merak ve sadeliktir. Sa. 38
Yeni deneyimlere açıklık, başkalarının göremediği şeyleri yaratıcı bireyin görebilmesini sağlar. Belirsizliklere tahammül edebilir. Siyah-beyaz bir dünyanın mutlakiyetine muhtaç değildir, grinin tonları arasında mutludurlar. Cevaplanmamış sorular ve bulanık sınırlarla dolu bir dünyada yaşamak onlara daha fazla zevk verir.


Keşfederken sosyal geleneklerin sınırlarını zorlayabilirler. Dışarıdan dayatılan kuralları sevmezler, kendi içlerinden gelen yönelimlerin itkisiyle hareket ederler. Dışarıdaki dünyanın sıradanlığına uyum sağlamamaları yabancılaşma ve yalnızlık duygularında yoğunlaşmaya neden olabilir. Algılama ve bilgiye dair açık ve belirgin standartların yokluğu kimlik ve benin sınırlarında –ego sınırları- bulanıklık yaratabilir.

Ne çelişkidir ki, yaratıcı bireyin geleneğe karşı kayıtsızlığına duyarlılık eşlik eder. Bu iki şekilde olabilir: (i) başkalarının deneyimlerine karşı duyarlılık, (ii) kendi yaşam deneyimlerine karşı duyarlılık. Sa.39-40
“kaosun kıyısında yaşamak”, “içleri rahat edene kadar (ısrarla) çalışmak”,

Yaratıcı süreç

“gerçeklikten ayrı bir boyuta giriyorum.” Disosiyatif-çözülmeli durum. Kişi zihinsel olarak bir anlamda çevresinden soyutlanır. “gerçeklikle temasını yitirir”. (Jung buna bilinçdışına çıkma diyor.) Ancak, daha öznel bir anlamda, yaratıcı birey aslında (kendisi için) daha gerçek olan başka bir gerçekliğe girmektedir. Kişi dışarıdan bilinçli ama “ düşüncelere dalmış” gibi görünse de, bu gerçeklik bilinçdışı bir duruma benzer. Sözcük, düşünce ve fikirlerin serbestçe süzülüp uçuşarak çarpıştığı ve sonunda birleşerek bir bütün oluşturduğu bir yer gibidir. (Bu anlamda yaratıcı süreç) “çözülme”, “yoğun odaklanma”, “başka bir yerde olma” halidir. (Bu anlamda yaratıcılık ise) “öteki gerçekliğe” girebilme, “uzak ve aşkın bir boyutu” ayırt edebilme yeteneğidir. Sa.47. Bilinçdışı, Jung’u hatırlatan gündüz rüyası gibi

“nasıl biteceğini önceden bilmemek”, “kendini görünmez hissetmek”, “olayın dışında kalarak tarafsız (soğuk ve duygusuz) gözlem yapabilmek”, “farklılaşmış bir filtre mekanizmaları olduğu düşünülür, -ne içerden ne de dışarıdan gelen uyarıları sansürlerler-”. Yaratıcı birey için içeriden, bir şekilde bölük pörçük ve şekilsiz olsa da, sürekli bir fikir akışı olması durumu, dışarıya “aklın bir karış havada” olması hali olarak yansır. Dışarıdan bakan gözlemci için, kişi hızla bir konudan bir konuya atlıyormuş gibi görünebilir. Yratıcı kişi içinse, bu mekanizma daha yüksek algılamaya, daha güçlü bir dutarlılığa ve deneyimin daha yoğun yaşanmasına neden olur. Sa. 48

Düşünce genelde çok hızlı ve çok boyutlu olarak hareket ediyor. Çözüm beklenmedik bir anda geliyor. Fikirler kuluçkaya yattığı bir “istirahat döneminden” sonra gelebiliyor ve o anda köklenip filiz veriyor. (Öğrencilerin projede tıkandıklarında yaptıkları ilgisiz işleri ve bir çeşit “ istirahat sürecini” hatırla)

Yaratıcılığın Nöral Mekanizmaları: Kendini örgütleyen bir sistem olarak insan beyni (Self organizing system SOS, Ross Ashby 1952) kaos teorisi, dinamik sistemler, sibernetik Norbert Weiner

Kendini örgütleyen sistem parçalarının toplamından daha büyük olan bir bütündür. Var olan hiçbir dış güç ve yönetim planı olmaksızın, kendiliğinden yeniden örgütlenerek yeni bir şey yaratan bir sistem olarak tanımlanır. Kendini örgütleyen sistemin kontrolü merkezi değildir. Bütün sisteme yayılmıştır.

Buna en basit örnek, harika bir konser izleyen seyircilerin alkışlama şeklidir. İlk başta, birbirinden farklı ritimlerde, dağınık ve gelişigüzel el çırpılır. Seyircinin heyecanı arttıkça, birkaç kişi tek bir ritim oluşturacak şekilde alkışlamaya başlar. Sonunda, başlarında bunu yapmalarını söyleyen bir “yönetici” olmaksızın tüm seyirciler uyum içinde alkışlamaya başlar. Duydukları konsere olan hayranlıklarını ifade etmek için yeni ve etkin bir birim olarak kendiliğinden örgütlenmişlerdir.


(Sanırım deprem gibi acil kriz anlarında 19 Ağustos 1999 depremi sonrasındaki yardım çalışmalarında aynı toplumsal örgütlenme modeli yaşandı)


Bu bölüm önemli çünkü yeni stüdyo modelinin de temeli. Önceden yapılan stüdyo programı bir aldatmaca ya da bir başlangıç motifidir. Program aslında süreç başladığında işlemeye başlayan kendini yaratan karmaşık zihinler toplamının üreteceği süreç için bir altlıktan başka bir şey değildir. Zihinler bir araya geldiğinde heyecanı tetikleyecek uyarıcı bir şey gerekecektir (Alkışlama örneğinde bu müziğin gelişimi idi). Bu uyarıcı bir kez devreye sokulduğunda artık programın bir geçerliliği kalmamaktadır.

Bu süreçte çeşitli uyaranlardan yararlanılmıştır. Uyaran bir gezi, sonrasında bir başlangıç ortak modeli arayışı olmuştur. Problem ortaya çıktığında problemin çerçevesini-koşullarını belirleme sürecinin bir kuralı konmamıştı. Gezide edinilen deneyimin içeriği bu zihinlerde serbestçe dolaştı, özgürce aktı. Bunlar arazi sınırlamaları, yerin potansiyelleri, öğrencilerin sosyal deneyimleri, fizik mekâna ilişkin gözlemleri gibi salt deneyime dayalı, gezi sırasında sistemsiz biçimde hazmedilmiş verilerdi. Bu model görüldüğü gibi mekâna, yere ve yöre insanına ilişkin bilgilenmede “sistematik yöntemler” dayatmasını zorluyor. Hatta başlangıçta bir yöntem konulmamasını gerektiriyor. Ayrıca işbölümü, görev paylaşımı, karar süreci, ifade biçimi için de dayatmalı yöntem önerilmedi. Hepsini gruplar kendileri buldular.
Gruplar arası dinamik de ayrıca bir üst düzeyde SOS olarak işledi. Gruplarla ne zaman bir araya geleceğimizi –gene üst zamanlama sınırlarımızı – tanımladıktan sonra hangi grubun, grup içinde kimin, ne zaman, ne içerikle sunuma katılacağı kendiliğinden belirlendi ve hiçbir aksama olmaksızın tüm sunum süreci işledi.
Bu bir dinamik katılım modeli olarak düşünülebilir. Böylece stüdyo yürütücüsü de artık hatalı bir biçimde aldığı “yürütücü” sıfatına ihtiyaç duymaz, o artık bir “gözlemcidir”. Bir şeyi önden öğretmez ya da dikte etmez. Yani yürütme kuralları koymaz. Çünkü sistem kendiliğinden işler. Gerektiğinde onlardan biri olarak sürece davet edilir. Fikrini o zaman söyler, çünkü ona ihtiyaç duyulmuştur. Bu süreçte anlattıklarımın daha fazla akıllarında kaldığını düşünüyorum. Hemen ertesinde tasarımlarına yansıyan daha hızlı tepkiler aldım.
Mimarlık eğitimi sonunda mimar olacak genç bireyin iyi bir mimarlık ürünü ortaya koyması mıdır?
Yoksa bu genç mimarın mesleğini sevmesi ve bu süreci yaşayabilmek için arayış içinde olasının sağlanması mıdır?

Bu iki soru, bizi farklı mimar yetiştirme modellerine sürüklüyor. Belki de her ikisi de doğru olmalıdır. Aynı ikilemi bir başka şekilde ifade edersek Toplumsal sorumluluğumuz mu önceliklidir? Yoksa bireysel mutluluğumuz mu? Yanıt yine her ikisi de olmalıdır. Bireysel mutluğumuz yoksa ortaya işte içinde yaşadığımız eserler çıkar. Toplumsal sorumluluğumuzun getirdiği mesleki disiplini geliştirememiş isek de bu defa zamanında en uygun ürünü geliştirmede başarısız kalırız. Elimizde 4 yıl 8 yarıyıl var. Hangi beceri ne zaman kazandırılmalıdır?

Kişisel deneyimlerim bana meslek sevgisinin ilk yıllarda verilmesi gerektiğini söylüyor. Bir süreç tanımlanmaya ve bu süreçteki davranış modelleri tanıtılmaya çalışılmaktadır. İşte mimarlık böyle bir şeydir. Burada bu yolla problem çözülür gibi. Meslek sevgisi konusunu biraz daha açmakta yarar var. Meslek sevgisi mesleğe duyulan öznel bir olumlu duygu kümelenmesi değildir. Meslek sevgisi tanımının altını beklide tanımla uzaktan yakından ilgisi olmayan başka tanımlar doldurmaktadır:

Bireyin (gencin) süreçte kendine güven geliştirmesi, kendindeki yaratıcı yönleri, farklı zekâlarını keşfetmesi, yapabiliyor olduğunu görmesi, korkmadan özgüvenle paylaşabilmesi, yeni yeteneklerini açığa çıkarabilmesi gibi sayısı çoğaltılabilecek anlatımlardan söz edilebilir. Bu anlamda “meslek sevgisi”, mesleğinin asal özü olan tasarlama etkinliğine ilişkin “bireysel farkındalığın” ve dolayısıyla “kendinden hoşnutluğun” yaratılabilmesidir. Sevgi kendine dönük bir sevgidir. Güzel bir mimarlık eserine duyulan sevgi değildir, başka bir mimara olan sevgi ya da kente olan sevgi değildir. Mesleğini sevmek öncelikle kendini sevmektir. Kendi iç çelişkilerini ve sorunlarını çözen birey, yönünü dışarıya döner/ilgisini dışarıya yöneltir. Ancak bu dinginliğe eriştiğinde, korkusuzca zaten kendisi de bir karmaşa ve çelişkiler ortamı olan meslek ortamında yerini/mesleki pozisyonunu alır. Mesleğe bu katılım ne bireysel hazırlıktan önce, ne de çok sonra olmalıdır. Tam da gücün toplandığının hissedildiği, cahil cesareti ile dolu olunan zaman en uygun zaman gibi görünmektedir.


İşte biz bu hazırlık sürecinin başlarındaki kişisel gelişimin merkezinde mimari proje stüdyolarımızı öğrencilerimize açıyoruz. Kendilerini keşfetsinler ve kendilerince donanabilmek için teşvik edilsinler diye. Gerçekten pasif değil de aktif olduklarını fark edebilsinler ve yaşamlarının direksiyonunu ellerine alsınlar diye. Bizler sadece stüdyo gözlemcileriyiz. Kendi iç çelişkilerimiz ve yetersizliklerimizle. Kendimizin sınırlarını bilerek…

İnsan beyni, … kendini örgütleyen en muhteşem sistemdir. Görünürde dışarıdan gelen bir kontrol olmaksızın, sürekli ve kendiliğinden yeni düşünceler üretir. Basit bir kendini örgütleyen siste en az iki bileşenden oluşmalıdır. Bir trilyonun üzerinde nöronu ve bir katrilyon sinapsıyla insan beyni, kendini örgütlemek için neredeyse sonsuz bileşene sahiptir. Dahası, büyük ve küçük birçok geri denetim döngüsü içerdiği ve bunlar hem pozitif, hem de negatif girdi alıp verebildikleri için, doğrusal olmayan dinamik düşünceyi üretebilecek en mükemmel organdır. Sa.77.

İnsan düşüncesi

Beyin birçok farklı türde düşünce üretir. Biricisi “düzenli” ya da “bilinçli” düşüncedir. Bu düşünce biçiminin genelde düzeni tanımlayan ve zamanı belirten bir sıralaması vardır. Ardışık düzen bozulduğunda, düşünce artık bir “anlam ifade etmez.” İnsanın bir anlam ifade eden ardışık düzenli sözcükler üretebilme becerisi, neredeyse mucizevi bir yetenektir. Konuşurken daha önce hiç üretilmemiş sözcükler dizisi üretilir.

İkincisi bilinç dışı düşüncedir. Sıra dışı yaratıcılıkla ilişkili bilinçdışı zihinsel yaşantıya referans verir. Bu bilinç dışı zihinsel eylemi “düzensiz düşünce” olarak düşünebiliriz, çünkü düzenli düşünce ile aynı doğrusal özelliğe sahip değil gibi görünüyor. Sa. 83 (“serbest çağrışım” Wilhelm Wundt )

Serbest çağrışım esnasında tetiklenen düşünme (en geniş tanımıyla) hafızanın, olaysal hafıza olarak bilinen bir alt türünden yararlanır. Olaysal hafıza bir kişinin bireysel deneyimleriyle ilişkili bilgilerin hatırlanmasından oluşan, otobiyografik hafızadır. “olaysal” denmesinin nedeni, zaman içinde ardışık düzenli hatırlanan bir dizi olaydan meydana gelmesidir. Zamana bağlı doğası çok önemli bir unsurdur ve hem gerideki geçmişi, hem de ilerideki geleceği hatırlamayı içinde barındırır. Olayları zamanın içine yerleştirebilme ve kendi öznemizle ilişkilendirebilme yeteneği öz farkındalık ya da bilincin temelini oluşturuyor olabilir. … Olaysal hafızaya dayalı bir bilinç deneyimi bireysel kimlik hissi yaratır, kişinin kendi deneyimini başkalarınınkiyle ilişkilendirmesi ve içgözlem yeteneğiyle ilişkilidir.

Karşıt olarak anlamsal hafıza bireysel deneyimden ayrı bir dünyayla ilgili olarak ve otobiyografik olmaktan çok bilişle ilişkili geniş yelpazeli bilgilerden oluşur. Jung’un belirttiği bilinçdışı süreçlerle paralel düşer.

Olaysal hafıza serbest çağrışım esnasında tetiklendiğinde ardışık düzenli ve zamana bağlı doğası daha az belirgindir. Yönlendirilmemiş çağrışımsal düşüncelerden yararlanmaktadır. Sa.89.

Görünüşe göre, beyin/zihin, ne kadar özgür ve zorunluluktan uzak düşünürse, o kadar insani ve karmaşık bölümlerini kullanmaktadır. Sa.91.

Bilinçdışını tetikleyen REST çalışmasından, özgürce dolaşan ve sansürsüz düşüncenin (birincil süreç düşüncesinin, ilkel düşüncenin, özgün düşüncenin) insan beyninin fazlasıyla gelişmiş bağlantı korteksindeki çeşitli bölgelerin birbirleriyle etkileşimi sayesinde gerçekleştiğini görmüştük. Bu gerçekleştiğinde, beyin kendini örgütleyen sistem olarak- ama farklı bir şekilde- işler.

Poincare’ın “fikirler sürüler halinde geldi; tabiri caizse, sabit bir kombinasyon oluşturmak için çiftler birbirine girene kadar çarpıştıklarını hissettim.” İzlenimini düşünün. … Düşüncenin yalnızca ardışık ve doğrusal olmadığı bir süreci değil, aynı zamanda mantık ve bilinç dışı süreçlerin de rol oynadığı bir süreci betimliyor. Sanki çok sayıda bağlantı korteksi ileri-geri iletişim kuruyor, ama bunu çoğu zaman olduğu gibi duyusal ve motor girdileri birleştirmek için değil, yalnızca birbirlerine tepki olarak yapıyorlar. Çağrışımlar serbestçe ortaya çıkıyor. Normalde etkisi altında oldukları gerçeklik prensiplerinden bağımsız, kontrolsüz olarak dolaşıyorlar. Bu çağrışımlar ilk başta anlamsız ve ilintşsiz görünebiliyor. Diyebilirim ki, beyin yaratıcı sürece çözünerek başlıyor; daha önce aralarına bağlantı kurulmamış nesmne, sembol,sözcük ve geçmiş deneyimlerin belirsiz şekilleri arasında bağlar kuruluyor. (Jung’un rüya görme süreci ve rüya işlevi gibi) bu çözülmeden sonra gerçekleşen kendini örgütlemeyse sonunda beyne hâkim oluyor. Sonuçta da ortaya tamamen yeni ve özgün bir şey çıkıyor: bir matematik fonksiyonu, bir senfoni, bir şiir vb.

Metodoloji uygulamalarının altın çağlarında (ki bu dönem Jung’un kitabını ilk yazdığı döneme 1959-60 lı yıllara denk düşer), tasarlama sürecinde yaratıcılığı kışkırtmak için “beyin fırtınası” ve “sinektiks” gibi teknikler geliştirilmiş; NASA uzay programlarındaki tasarlama süreçlerinde uygulanmış ve mimari tasarlama sürecinde de (eğitimde) yaygın olarak kullanılmakta idi. Nedense bunları artık çok fazla kullanmıyoruz. Oysa bilinçdışı işlevleri uyaran ancak bilinçli ir planları olan tasarlama teknikleri idiler. Derhal stüdyo pratiğimizin içine bu teknikleri yeniden dahil etmemiz gerektiği açık.
Kitabın izleyen bölümleri yaratıcılık sürecini dahilik ve delilik sınırlarında inceliyor. Şizofreni, mani ve depresyon tanıları ve yaratıcı süreçle benzerlikler ortaya konuyor. Bu konulara burada girilmeyecektir.

Son bölümlerden son bir alıntı, tüm bu ilhamın mükemmeliyetçi bir yaklaşımla sonuca ulaştırılması gerekiyor. En üst yaratıcılık düzeyindeki bir ürüne.
Yaratıcı zihnin ve beynin iki ortak özelliği: Beyin kendini yeniden örgütleyip yeni bağlantı zincirleri kurulduğunda ilhamın gelebileceği “serbest çağrışım dönemlerine duyulan ihtiyaç” ve “ideal ürün ya da sonuca ulaşmak için ödün vermez ve saplantılı bir mükemmeliyetçilik.”

Yazar nasıl bir çevre yaratıcılığı besler sorusunu soruyor: Ondan alıntılarla aşağıdaki gibi özetlemek mümkün:

• Çevre fikir özgürlüğünü teşvik etmelidir.
• Yaratıcı bir toplulukta iletişim. Yaratıcı beynin tek başına gelişmesi daha zordur. Süreci tetikleyen unsur genelde başkalarıyla etkileşim ve fikir alışverişi içinde bulunmaktır. (bir başka kendini örgütleyen sistem).
• Özgür bir rekabetçi ortam. Belirlenmiş konuların kullanımı, yeni çeşitlemelerin geliştirilebileceği referans noktaları içerir. (Mimarlık alanında da örneklerini bolca görüyoruz.)
• Ekonomik refah, hami ve destek.
• Çevrenin önemi. İnsan beyni plastiktir, yoğrulabilir.
• Doğanın (genlerin) önemi. Belirli alanda genetik bir duyarlılık varsa bu duyarlılık çevre faktörlerinin etkisi ile biçimlenir, bireye özel bir hale gelir, bireyin yaratıcı süreci özgünleşir. Bireyleri birbirinden farklılaştıran, çeşitliliği mümkün kılan budur. (Matt Ridley’e referansla

Beyin müthiş derecede tepki veren, uyum sağlama yeteneğine sahip ve sonsuza kadar (yenilenerek) değişen bir organdır. … Yaşam boyunca yaşanan deneyimler beynimizi yaşam boyunca değiştirir. … Kelimenin tam anlamıyla gördüğümüz, kokladığımız, yaptığımız, okuduğumuz ve anımsadığımız şeyler oluruz. Sa.187.

Dr. Nancy C.Andersen, kitabının son bölümünde yetişkinler için zihin alıştırmaları veriyor. İlgilenen okuyabilir.

• Yeni ve bilmediğiniz bir bilgi sahası seçip derinlemesine keşfe çıkın.
• Her gün yalnızca düşünmeye (meditasyon) biraz zaman ayırın.
• İmgeleme alıştırmaları yapın (hayalde kişilik, mekân ve zaman değiştirip dolaşmak).

Birinci koşul: Mimari tasarlama stüdyosunda her projenin tasarlama ve geliştirilme sürecinin yeni bir serüven olduğunun önemle vurgulanması tam da bu nedenle gereklidir. Sürecin bir keşfe dönüştürülmesi gereklidir.

İkinci koşul: Gerektiğinde kolayca iletişim kurulabilecek topluca bulunulan stüdyo ortamında her öğrencinin kendi bilgisayarı ve projesi üstünde düşünme ve geliştirme pratiği yaptığı görülür. Öğrenciye sürekli katılım değil, kendini dinleme şansı da verilen seanslara gerek vardır.

Üçüncü koşul: Projenin (tasarımın) kimin için yapıldığı, nerede yapıldığı, neyi değiştireceği gibi sorular sürecin ayrılmaz parçalarıdır. Bu nedenle biz mimarlar başka mesleklere göre empati kurabilme açısından eğitimin başlangıcından itibaren zihnimizi daha iyi biçimlendiriyoruz.

Hiç yorum yok: