18 Şubat 2010 Perşembe

Proust Bir Sinirbilimciydi, Jonah Lehrer, 2007

Mimarlık Eğitimi Yazıları- Denemeler-1
…Ocak 2010

Bugün yine nefis bir kitap okuyorum ve yine stüdyo eğitimi üzerine düşünüyorum. Bu türden kitapların sayısı arttı ve ben her okuduğumla taşıyorum ve başka zihinlere de akmak istiyorum. Dinleyin demek istiyorum, okuyun ve onlara kulak verin.

Kitap Jonah Lehrer’in “Proust Bir Sinirbilimciydi” isimli kitabı. Ferit Burak Aydar’ın kolay okunan güzel çevirisi ile ve Elginkan Vakfının desteği ile Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi tarafından 2009 da yayınlanmış, yani “Proust was a Neuroscientist” başlıklı özgün kitabın 2007 de yayınlanmasından hemen iki yıl sonra.
Metinlerim onun metinleri eşliğinde düzensizce akacak. Günümüzdeki birçok diğer bilimcinin yolunu izliyor. Bilimin yeni bakışını bilimin derinliklerine aşina olmayan okuyucu ile paylaşıyor. Ancak kurgusu çok yaratıcı. 19. Yüzyıl başı öncü, aykırı sanatçılarının, içe dönük sezgileri ile keşfettiği, insanın düşünce dünyasını, bilimin daha geriden nasıl kanıtladığını anlatıyor. Şair Walt Whitman’ın, romancı George Eliot’un, aşçı Auguste Escoffier’in, Yazar Marcel Proust’un, Ressam Paul Cezanne’ın, Besteci İgor Stravinski’nin, Gertrude Stein’ın, yazar Virginia Wolf’un ulaştığı gerçekleri yorumluyor ve onların güncel bilimsel bilgilerle nasıl kanıtlanmakta olduğunu.

İçselleştirme süreci Bilginin ya da deneyimin tasarlama sürecinde ya da ona bağlı herhangi bir öğrenme sürecinde içselleştirilmesi, onun bir yerde kalıcı belleğe aktarılması ya da basitçe ‘anıya dönüştürülmesi’ olarak kabul edilebilir.

Marcel Proust, Yazar - Belleğin Yöntemi- Sa. 83-107

“Gerçekleri hikâyemize uysun diye eğip bükeriz. … zekâmız yoluyla deneyimi yeniden işleriz.”
“Anılarımız sinik şeylerdir, gerçekte yaşanmış olup olmadıklarından bağımsız olarak beyin tarafından her zaman doğru olduğu hissedilecek şekilde tasarlanmıştır.”
“Her anı ancak en son hatırlandığı kadar gerçektir. Bir şeyi ne kadar hatırlarsanız anı o kadar kusurlu hale gelir.”
“Bir şeyi her hatırladığımızda belleğin nöronal yapısı ince bir dönüşüm yaşar. Bu sürece yeniden bütünleştirme denir. (bilginin içselleştirilmesi sürecine denk düşer) Anı özgün itkinin yokluğunda değişir, giderek hatırladığımız şey olmaktan çıkar ve bizim hakkımızda bir şey haline gelir (bizim yaratımız olur).

Lehrer’e göre yazar Proust yazma sürecinin kendisine inanır. Proust anının yeniden bütünleştirilmesi keşfini sezgileriyle önceden görmüştü. Proust için anılar cümleler gibi değiştirmeyi asla bırakmadığımız şeylerdi. … Anı üzerine bir roman için romanın anlatısının esnekliği en gerçekçi öğelerden biriydi.

Tek doğrunun olmadığı tasarlama sürecinde tasarlamayı bitirdiğini düşünebilmek de kolay değildir. Her zaman tasarıma eklenecek bir fikir, değiştirilecek bir parça çözüm bulunur. Tasarlama ürünü olan düşünsel proje sürekli yenilenir ve gelişir. Hatta daha doğru bir ifade ile “yenilenir ve değişir”. Artık o önceki sürecin tasarımı değildir, yepyeni bir şeydir.

Lehrer “Hatırlayacak anılarımız olduğu sürece bu anıların kenarları şu anda bildiklerimize uyacak şekilde değiştirilir. Sinapslar silinir, dentritlere ince ayar çekilir ve çok güvenilir olduğunu düşündüğümüz hatırlanan an tümüyle gözden geçirilir.” der.

Ne kadar heyecan verici, önce tasarlama sürecini başlatmak için ortak anılar yaratmalıyız. Değiştirme ve yeniden bütünleştirme süreci bu anılarla başlıyor. Çeşitli duyuları uyararak anıları belleğe yerleştirmeliyiz. Ve anıları çeşitli şekillerde geri çağırmalıyız ki, bu anılar her yaratıcı birey için kendi anılarına dönüşsün, belleğinde işlensin ve nihayet içselleştirilsin. Tasarlama deneyimlerinin kurgulandığı ardışık proje stüdyolarının ardındaki mantık budur.

Bu süreçte esinlenilen proje ya da doğrudan tasarım çözümleri giderek özgün değişimlerle yaratıcının kendi projelerine dönüşecektir. O artık eski proje değildir. Dönüşüm geçirmiş, bireyin kendi anısına dönüşmüştür. Onun malı olmuştur.


Lehrer Proust’u şöyle yorumlar: Proust’un eserinin vermek istediği derslerden birinin her anının hatırlanma anından ayrılmaz olduğudur. … Yalan söylemeden geçmişi tarif etmek mümkün değildir. Anılarımız kurmaca eserlere benzemez, kurmacanın ta kendisidir. … Proust anılarımızın bu dönüşüm sürecine ihtiyaç duyduğunu sezgileri yoluyla anlamıştı. Anının değişmesini engellerseniz, varlığı sona erer. Bir şeyi hatırlamak için önce yanlış hatırlamak gerekir.

… Anılarımız bizi tanımlasalar bile, bizden bağımsız bir varoluşa sahip görünürler. Peki nasıl oluyor da bilinçdışındaki bu anılar kaybolmuyor? Dahası nasıl oluyor da bu anıları unutulduktan sonra da hatırlayabiliyoruz?

Sinirbilim, anıların tekrarlarla oluşturulabileceğini öngörüyordu. Ama anılar bu şekilde oluşmaz. Hayat yalnızca bir defa vuku bulur.

Anılar hiçbir mantık izlemeden aniden ortaya çıkarlar (çağrışımlar).
Lehrer, bilimsel bellek modellerinin yaşadığımız anının rastgele ve tuhaf niteliğini kavrayamadığı görülür der. Ona göre anılarımız tam da her türlü mantığa aykırı oldukları ve biz neyi unutup neyi unutmayacağımızı bilemeyeceğimiz için zihnimizi meşgul eder. Sa. 100.

Zihin sürekli bir reenkarnasyon halindedir. Fakat –bilim insanı-Dr. Si geçmişin değişmez olarak hissedildiğini biliyordu. Buradan hareketle anılarımız çok güçlü –hücrelerimizden bile daha güçlü- bir malzemeden yapıldığı sonucuna ulaşmıştı. … sa.110. Bu araştırmalar sonucunda bilim CPEB isimli bir proteine ulaştı.

K. Si, E. Kandel ve S. Lindquist, “ a neuronal ısoform of the aplysia CPEB has prion-like properties”, Cell 115 (2003), s.879-91.


Bu protein-prion neredeyse yok edilemezdir ve esnekliği sahiptir. CPEB prionları şekillerini görece kolay değiştirebilirler, bir anıyı canlandırabilir veya silebilirler. Düşünme anında nöronların salıverdiği iki nörotransmitter olan serotonin ya da dopaminle uyarılma, CPEB’nin yapısını tamamen değiştirir, proteini aktif duruma geçirir.

Lehrer, prionları yaşamın temel bir bileşeni olarak niteler. Uzun süreli bellekle, hatırlama ile olan ilişkisi keşfedilmiştir. … Prionların yapılarında bir tesadüfilik öğesi vardır. … Prionlar tanım gereği kestirilemez ve dengesizdir. Lehrer, “Fakat CPEB modeli bellek metaforlarımızı da dönüştürmemizi gerektiriyor. Artık belleği yaşamın kusursuz bir aynası olarak göremeyiz” der.

Belleğimiz esrarını hâlâ koruyor olsa da, CPEB molekülü (eğer kuram doğruysa) zamanın dışında var olmayı sürdüren sinaptik bir ayrıntıdır. Dr. S’nin ortaya attığı görüş duygusal fikirlerin kalıcılığını açıklamaya başlayan ilk hipotezdir.

Auguste Escoffier, Aşçı – Lezzetin Özü- Sa. 59-83.

Deneyimlediğimiz şey asla fiili duyumlarımızla sınırlı değildir. İzlenimler her zaman eksiktir ve onları bütün olarak sunmak için bir parça öznelliğe ihtiyaç duyarlar. Duyumlarımızı birleştirdiğimizde ya da ayrıştırdığımızda, aslında ne algıladığımızı düşündüğümüze dair yargıda bulunuruz. Bu bilinçsiz yorumlama ediminin arkasında çoğunlukla bağlama dair ipuçları vardır. Belli bir ortam için beklenmedik olan bir durumla karşılaştığınızda beyniniz duyuma dair hükmünü gizliden gizliye değiştirmeye başlar. Muğlak girdiler farklı bir duyum halinde bir araya getirilir.

“Bir fikrin kokusu”

Özetle Escoffier bir aşçı olarak, çağdaşı bilimcilerin tanımladığı tatlı, tuzlu, ekşi ve acı dışında daha bütüncül tatlar olduğunu, bunların aromatik koku ile birleştiğini, sunulduğu ortamın tat duyumsamasını etkilediğini keşfetmişti. Etin suyundan elde ettiği yepyeni bir tadı tanımlamış ve kullanmıştır. Bilim çok geç bunu kabul etti ve kanıtladı.

Lehrer, “Escoffier nihayetinde tattığımız şeylerin bir fikir olduğunu ve duyularımızın bulundukları ortamdan güçlü bir şekilde etkilendiklerini fark etmişti. … Bir şey duyumsadığımızda, bu duyum hemen önceki deneyimler üzerinden analiz edilir. …duyularımızı çerçevelendiren anılardır” der.

Tasarlama öncesinde çevreyi, tasarlama ortamını, tatları, kokuları, görsel imajları bir bütün olarak duyumsamak gerekecektir. Bu duyumsama sırasında çevrenin kendimizce gerçek (o anda algılanan) tadı hakkında bir fikre ulaşırız. Çevre bütünleşir. Ve bu bütüncül algı içinde tasarlamaya başlarız.
Tasarlama çevresi her bireyin içinde önseziler ve bireysel öznellikle yeniden tanımlanır. Çözüm için zihinsel çağrışımları tetikler ve önceki deneyimlerle-anılarla tariflenmiş bir çerçeveden çevre analizi başlar.
Önceki deneyimler (i) nasıl çözümleme yapılacağına (süreç ve metot deneyimi) ve (ii) ne türde çözümler bulunabileceğine (örnekler ve önceki yaratıların deneyimi) ait anılardır. Süreç yepyeni bir şekil alacak olan eski anıların yeniden canlandırılmasıdır.


Lehrer şu saptamayı yapar: “Davidson’un ifade ettiği gibi, benliklerimizden gelen bilgiye öznel bir katkı (kendi verdiği adla “şema”mız) ile dış dünyadan gelen nesnel katkı (“içerik”) arasında ayırım yapmak son kertede olanaksızdır. Davidson’un etkileyici epistomolojisinde, “örgütlenme sistemi ve örgütlenmeyi bekleyen şey” birbirine iflah olmaz derecede bağımlıdır.” Donald Davidson, Inquires into Truth and Interprettion. Oxford: Oxford Univ. Press, 2001, s. 189.

Walt Whitman, Şair -Hissetmenin Tözü- Sa. 1-27.
“Zihin yalnızca beyinden ibaret değildir … aynı zamanda bedenselleşmiştir.” Antonio Damasio, Descartes’ Error, Londra: Quill, 1995 (Türkçe çevirisi: Descartes’in Yanılgısı, çev. Bahar Atlamaz, Varlık 1999.)
Damasio’nun en şaşırtıcı keşiflerinden biri, bedenin yarattığı hislerin rasyonel düşüncenin temel bir öğesi olduğudur. Genelde duyularımızın aklımıza müdahale ettiğini düşünsek de, Damasio’nun duygusuz hastaları akılcı kararlar alma yeteneğinden yoksun olduklarını gösteriyorlardı.
Damasio’nun kurguladığı bir deney sonucunda bulduğu şudur: Bedenin yarattığı bilinçsiz hisler bilinçli karardan önce gelir. Bu deneyde zihni yöneten eldir.Sa.24.

Bu metni ve Damasio’nun bulgularını okuyunca Donald Schon’un” reflection in action”unu hatırlamamak olası değil. Çizim, eskiz ya da şimdilerde sketch-up modellemeleri beynin bilinçli kararlarından önce sezgisel deneyimlemeler olarak zihinsel arama sürecini başlatıyor. Yine öğrencinin o gençliğinin verdiği acelecilikle düşüncesinin önünde devinen eli, sketch-up da hacimleri değiştiriyor. Bir o yana bir bu yana çekiştiriyor. Üç boyutlu bir sınama yanılma süreci başlıyor. Ben de denedim. Şekiller beni beklentimin çok uzağına taşıdığında bunu programı iyi bilmememe verdim. Acaba?

Bu aramada henüz bilinçli karar aşaması yok. Bu bulanık durum potansiyelleri barındırıyor. Bazı öğrenciler bu bulanık durumu bilinçsiz olarak sürekli kılmaya başlıyor. Nerede durulacak? Çünkü somutlama arama sürecine veda anlamına geliyor. Artık sürecin sıkıcı yanı başlamıştır. Tasarlama serüveni sona ermiştir. Hatalarla yüzleşilir. Geri dönülmeyecek noktaya ulaşmak yaratıcı zihinde bu nedenle ürküntü yaratır. Eskizlerde çözülmüş gibi görünen projenin ölçülerle son çizime giderken hiç de çözülmemiş olduğunun anlaşılması gibi bir yüzleşme. O güzel arama anları nerede?


George Eliot (Mary Anne Evans), Yazar, Romancı - Özgürlüğün Biyolojisi- Sa. 28-58

Eliot Darwin’den etkilendi, Eliot’u Darwin’e çeken şey tesadüfün canlandırıcı gücüydü. Hayatın evrimi belirgin bir nedeni olmayan olaylara dayanıyordu. Tesadüf birçok açıdan doğanın bir gerçeği idi.

Burada Gould’un deneylerinden söz edilir. Gould’un bulgusu şudur:
“Beyin kendi kendini sürekli yeniden yaratır.”

Beyinde tüm hücreler yenilenir. Bu yenilenme sırasında çevre etkili bir güçtür. Bireyleri birbirinden ve bireyi kendi benliğinin önceki durumundan farklı hale getirir.
(Başka bir yazımda size Matt Ridley’den söz edeceğim. Çevre ve gen ikilemini çok güzel örneklerle tartışıyor ve genlerin değişmez olmadığını, çevrenin verileri ile genlerde sürekli ayarlar yapıldığını bilimsel deneylere referansla kanıtlıyor.)
Lehrer özgürlük (özgür irade) fikrine atıfla şöyle sonlandırır: “Hepimiz her güne hafif değişmiş yeni bir beyinle başladığımızdan, nöron oluşumu değişikliklerimizin asla sonlanmadığını gösterir. Hücrelerimizin sürekli altüst oluşu içinde –beyinlerimizin bastırılamaz yoğrulabilirliği içinde- kendi özgürlüğümüzü buluruz.”

İnsan genomu projesi ile ilgili açıklamaları sonunda, “bilim diğer edebiyat eserleri gibi insan genomunun da yoruma ihtiyaç duyan bir metin olduğunu keşfetmişti” der. Lehrer’e göre, Eliot’un şiir için söyledikleri DNA lar için de geçerlidir: “Bütün anlamların anahtarı yorumdur”. “Bizi insan yapan ve dahası başka biri gibi değil olduğumuz gibi bir insan yapan sadece baz çiftlerimize gömdüğümüz genlerimiz değil, çevremizle diyalog halindeki hücrelerimizin kendimizi okuma şeklimizi değiştirerek DNA’mızı nasıl geri beslediğidir”. “İnsan DNA’sının temel özelliği olanaklı anlamların çokluğudur. DNA bağlam gerektiren bir koddur.”
Eliot diyor ki: “Sanat hayata en yakın olan şeydir, sanat, deneyimi artırmanın bir yoludur.”

Lehrer şöyle yorumlar: “ …, zira bizler oluşum halindeki eserleriz. Bugün ihtiyaç duyduğumuz şey yeni ve belirsizliğimizi yansıtan bir hayat görüşüdür.”

İgor Stravinski, Besteci –Müziğin kaynağı- Sa. 133-159

İgor Stravinski’yi inceleyen Lehrer, onun bilindik, alışıldık müzikâl kalıpları tanımlama sürecini bozan ve beklenmedik bir durum yaratarak beynin beklentilerini allak bullak eden, yeni kalıplar oluşturma heyecanının bireyi gerilime sokan müziğini anlatıyor. Yeni gerilimlidir ve acı verir.

Beynin eşsiz yeteneği kendini değiştirebilme yeteneğidir. Bu süreç ise acı veren bir süreçtir. İşitme korteksi diğer tüm duyum alanları gibi çok esnektir. … Kemancıların enstrümanlarını akort etmeleri gibi beyin de kendi ses hissini düzenler.
Notaları nasıl işittiğimizi çoğunlukla insan doğası belirlese de, müziği işitmemizi sağlayan şey yetişme tarzımızdır. Üç dakikalık pop şarkısından beş saatlik Wagner operasına kadar kültürümüzün yaratıları bize belli müzik kalıplarını beklemeyi öğretir. Bu basit kalıpları bir kez öğrenince, farklı türlerine de aşırı duyarlı hale geliriz. Beyin çağrışım yoluyla öğrenecek şekilde tasarlanmıştır. Müzik beklediğimiz çağrışımlarla inceden inceye oynayarak etki bırakır, bizi tahminler yapmaya iter ve sonra hatalı tahminlerimizle yüz yüze getirir. … Aslında beyin sapı yalnızca şaşırtıcı seslere yanıt veren bir nöronlar ağı içerir. Bildiğimiz müzik kalıbı ihlâl edildiğinde, bu hücreler dopamin salınımıyla sonlanan nöral işlemeyi başlatır.

Başka bir konu da beyinde salgılanan dopamin meselesi. İki yönlü bir bıçak gibi dopamin. “Dopamin en yoğun duygularımızın kimyasal kaynağıdır; bu bize müziğin özellikle de yenilik ve ahenksizliklere karşı karşıya kaldığında sahip olduğu tuhaf duygusal gücü açıklamakta yardımcı olur.”

“… Fakat dopaminin karanlık bir yönü vardır. Dopamin sistemi dengesiz olduğunda sonuç şizofrenidir. Şizofreni hastaları duyumlar ile zihinsel tahminleri uyuşmadığı için karmaşık işitme halüsinasyonları yaşarlar. Böylece hiç olmadık yerlerde kalıplar icat ederken, var olan kalıpları göremezler.”

Tasarlama süreci içinde devinen öğrencinin her yapmaya çalıştığı kendince yeni bir çözüm kalıbı ortaya koymaktır. Karmaşık kararlar zincirinin bir sonucu olarak ortaya çıkar bu kalıplar. Alışıldık değildir. Hatta saçmadır. En azından deneyimli bir stüdyo gözlemcisi için. Ancak süreç “doğaldır” ve buradan benimsenebilecek yeni bir şeyler ortaya çıkabilir. Buna izin vermeyen bir “ süreç yönetimi” (eğitim metodolojisi) daha başından zihinsel sürecin doğallığını öldürecek, tekrarlanan kalıpları dikte ederek öğrenciye kendi eski kalıplarını (ya da Modernizm’in kalıplarını) belletecektir. İstenen belletmek midir? O halde öğrenci bu doğal süreci ne zaman yaşayabilecektir? Mezun olduğunda mı? O acımasız büro ortamlarında mı? Belirlenimci bir stüdyo ortamında zihinsel arama (tasarlama) sürecini yaşamaktan herhangi bir haz alınabilir mi? Bu adil midir? Ne adına hangi yarar adına yapılmaktadır?
Her birey kendi hatalarından öğrenir. Bunu herkesin bildiği düşünülür. Ancak nedense unutulmak istenir.

Bugün hâlâ olayın diğer tarafındaki büyük çoğunluk için durum anlamsızdır. Amerika’yı yeniden keşfetmek mi? Niye? Bunu söyleyen de aramaya gönüllü olan değil, bu dönemi geçirmiş ve “eskimiş” olandır. Yeni onun için korkutucudur. İnandırıcılığını kendi eski kalıplarıyla korur. Çok mu sert ifade ettim? Bence az bile.
Eğitimciler kendinizi geriye çekin. Bu sürecin muhatabı siz değilsiniz, bu kurgular, bu stüdyolar sizin için değil, sizin öneminiz yok. Hâlâ anlamadınız mı? Siz sadece ve sadece onlar için varsınız. Onlar aramalarını haz içinde sürdürebilsinler ve gelecekte mesleklerini severek yapsınlar diye.
Stüdyoda kontrollü tasarlama süreci yerine karmaşık, kendiliğinden, kaotik bir ortamdaki arama süreçlerini doğru dürüst hiç karşılaştırmadık. Bu reddedişin, bilinçli bir reddediş olduğuna inanmak zor. Burada ifade ettiğim, sezgisel, naif ancak içten fikirlerim acımasızca “onarılmak" istiyor. Çünkü biliyorum ki hem haz duygusunu yaşatan ve hem de “stüdyo gözlemcisi” hocanın en üst düzeyde farklı türdeki katkısı ile yürüyen başarılı stüdyo pratikleri var. Bunları seminerlerimizde gözlemliyoruz. Ancak açıkça tartışmıyoruz. Bu baskıcı olmayan katılımın koşullarını daha fazla paylaşmamız gerekiyor. Orada güzel bir şeyler oluyor ve bilmek istiyoruz. Uygulayabilmek istiyoruz.

“İnsan yeniliğin belirsizliğinden nefret edecek şekilde yaratılmıştır. Bu nörolojik tuzaktan nasıl kurtuluruz?” der Lehrer ve devam eder: “Sanata önem vererek. Sanatçı beynin pozitif geri besleme döngüsüne karşı sürekli bir mücadele içindedir, kimsenin daha önce yaşamadığı bir deneyim yaratmak için didinir durur. Şair yeni bir metafor, romancı yeni bir hikaye bulmak için uğraşmak zorundayken, besteci keşfedilmemiş bir kalıbı keşfetmek zorundadır, zira duygunun kaynağı özgünlüktür. Sanat zor olduğunu hissettiriyorsa, bunun tek nedeni nöronlarımızın onu anlamak için esniyor olmalarıdır. Acının kaynağında büyüme vardır. Nietzsche’nin sadistçe dile getirdiği üzere, “Herhangi bir şeyin bellekte kalmak için acı vermesi şarttır. Yalnızca sürekli acı veren şeyler bellekte kalır.”

“Bu yenilik ne kadar eziyet verici olsa da gereklidir. Pozitif geri besleme döngüleri ,tıpkı şu kulak tırmalayan mikrofon gibi, her zaman kendi kendilerini tüketirler. Israrla her şeyi yeni haline getiren sanatçılar olmasa ses duyumuz giderek daralır, müzik özündeki belirsizliği kaybeder, dopamin akışı durur. Böylece yavaş yavaş notalardaki his kaybolur ve geriye yalnızca kolay anlaşılır ahenkli bir ses, yani tamamen kestirilebilir müziğin nazik zırvaları kalır. … Müzik tarihi esasen dinleyicilerin beklentilerine meydan okuma cesareti gösteren sanatçıların hikâyesidir. “

“Stravinski’nin bildiği şudur: Müzik zihin tarafından yaratılır ve zihin hemen her şeyi dinlemeyi öğrenebilir. “

Gertrude Stein, Bilim insanı, yazar - Dilin Yapısı - Sa. 160-186

Stein’in bulgusu şudur: Dilimizin bir yapısı vardır ve bu yapı beynin içindedir. Dilin aldatıcı olduğunu söyler.

“Alışılmadık bir yabancı kelime eklenirse, gramer teklerse ya da alakasız bir lügatten alınmış bir kelime aniden belirirse, cümle adeta infilak eder, bu alakasızlık bizi şok eder ve pasif kabullenme gider.”
William James, The Principles of Psychology, New York, Dover, 1950, cilt 1 sa. 262.

“1956 da Noam Chomsky Stein’in haklı olduğunu söyledi. Kelimelerimiz beyne kök salmış, gözle görülmez bir gramere bağlıdır. Bu derin yapılar cümlelerimizin gizli kaynaklarıdır; soyut kuralları söylediğimiz her şeyi belirler. Kelimeleri anlamlı d,iziler haline getirmemizi sağlayarak, dile sınırsız olanaklar sunarlar. Charles darwin’in ifade ettiği gibi, “Dil bir sanat elde etmek için içgüdüsel bir eğilimdir.” Stein’in sanatındaki deha bize dil içgüdüsünün nasıl işlediğini göstermesiydi”

Stein şöyle diyordu: “şeyleri yeni bir tarzda görmek gerçekten zor, her şey insana engel oluyor, alışkanlıklar, okullar, günlük yaşam, akıl, günlük yaşamdaki ihtiyaçlar, uyuşukluk, her şey engel çıkarıyor, aslında dünyada çok az deha var.”

Şeyleri yeni bir tarzda görmek mimarlık öğretisinin kalbinde olan bir konudur. Bu kendiliğinden tanrı vergisi bir süreç değildir. Öğrenilebilir.
Virginia Woolf – Ortaya çıkan Benlik Sa. 187-212

Woolf’un romanda yaratmak istediği yeni biçim, bilincimizin akışını takip etmek,… “zihin uçuşlarının izini sürebilmekti.
“Fakat zihin ifade edilmesi kolay bir şey değildir. Woolf kendi içine baktığında asla durduğu yerde durmayan bir bilinç görmüştü. Düşünceleri çalkantılı bir akımın içinde akıyordu veher an yeni bir duyum dalgasına yol açıyordu. … Woolf verili bir anda milyonlarca küçük parçacığa dağılmış görünüyordu. Beyni neredeyse hiçbir zaman bütünlük içinde değildi.” Woolf’un sanatı bizi bir arada tutan şeyi arıyordu. Bulduğu şey benlikti “öz” e ait bir şeydi. 

“Tek bir durum olmadığını fark etmişti. ‘Hasta olmanın insanı nasıl birkaç farklı insana böldüğünü görmek tuhaf’ diyordu.”

“… romanda- Mrs Daloway kendisini bir araya toplamayı başarır. Kendisini gerçek kılar. Bulunduğu her yerde kendine ait bir dünya yaratır. Bizim de her gün yaptığımız budur. Dağınık düşüncelerimizi ve değişken duygularımızı alır, katı bir şey haline getiririz. Benlik kendi kendini icat eder.”

“Zihni bu şekilde değişken, benliği kendisine rağmen bölünmüş bir şey olarak görmek modernizmin en temel özelliklerinden biriydi. Bunu ilk kez dile getiren Nietzsche olmuştur. …‘benim hipotezim çoğulluk olarak özneldir’ rimbaud ‘ben bir başkasıdır’ diye yazmıştır. William James ise princiles’da benlik üzerine bölümün büyük bir kısmını ‘benliğin değişimleri’ ne, –‘diğer eş zamanlı var olan bilinçlerin’ farkında olduğumuz anlara- ayırmıştı.”

Woolf’un günlüğünde biz ‘kıymıklar ve mozaikleriz, eskiden düşünüldüğü gibi lekesiz, yekpare, tutarlı bütünler değiliz’ diye yazıyordu.”

“Gerçeküstü görünmesine rağmen modernistler beyni doğru algılamışlardı. … sayısız deney sonunda herhangibir deneyimin kısa süreli bellekte yaklaşık on saniye kalabildiği anlaşılmıştır.

Merlin Donald, A Mind So Rare, New York: Norton, 2001, s.13-25.)

Bundan sonra beyin şimdiki zaman algısını kaybeder. Ve bilinci yeniden, yeni bir akışla başlamak zorunda kalır. Modernistlerin öngördüğü gibi, kalıcı görünen benlik aslında birbirinden kopuk anlardan oluşan sonsuz bir geçit törenidir.”

“Dahası beyinde bu kopuk anların birleştiği tek bir yer bile yoktur. … tersine kafamız, hücrelerin hangi duyumların ve duyguların bilinç haline gelmesi gerektiğini kesintisiz şekilde tartıştıkları renksiz bir oturuma ev sahipliği yapar. Bu nöronlar bütün beyne dağılmıştır ve ateşlemeleri zamanla olur. Bu demektir ki zihin bir yer değil bir süreçtir.”

Önemli filozoflardan Daniel Dennett’in yazdığı gibi, zihnimiz ‘uzman devrelerin, paralel krgaşalarında, çeşitli şeylerini yapmaya çalıştıkları, giderayak Çoklu taslaklar oluşturdukları çoklu kanallardan oluşur.

Daniel Dennett, Consciousness Explained, New York Back Bay Books, 1991,s. 253-54.

Bizim gerçeklik adını verdiğimiz şey yalnızca son taslaktır. (Elbette hemen ertesi an tümüyle yeni bir el yazması gerektirir.)”

“dağınık yapımızın en doğu kanıtını beynin şeklinde bulabiliriz. … iki ayrı lobdan oluşur. Her beyinde en az iki adet farklı zihin vardır. Ayrık beyin deneyleri şunu gösterdi: iki lobun da kendine özgü bir benliği vardı, kendi arzuları, yetenekleri ve duyumlarıyla ayrı bir varlıktı. “

Korpus kallosum hepimizin ayrı, tek bir birey olduğu inancını desteklese de, her Ben aslında çoğuldur.

“Bilim ilk kez bilincin beynin sayısız parçalarından birinden değil, bütün beynin mırıltılarından ortaya çıktığı fikriyle yüzleşmek zorunda kalmıştı. .. Sperry’ye göre bizim birlik hissimiz ‘zihnimizin uydurduğu bir hikaye’ydi, benliği iç çelişkilerimizi görmezden gelmek için yaratmıştık. “

“Gayri şahsi duyum her zaman öznel bir deneyim haline gelmekte ve bu deneyim her zaman bir sonrakine akmaktadır. “işte bu süreksiz değişiklikten, her şeye rağmen, karakter ortaya çıkar. “

Peki benlik nasıl ortaya çıkar? Duyularımızdan zihni oluşturan “parçacıklardan, kırıntılardan ve fragmanlardan nasıl mütemadiyen ortaya çıkarız?

Lehrer, Woolf’un dikkat edimi yoluyla ortaya çıktığını fark ettiğini söyler. “Duyu parçalarımızı belli bir bakış açısından deneyimleyerek birleştiririz. Bu süreçte bazı duyumlar görmezden gelinir, bazılarıysa öne çıkarılır. Dış dünya etraflıca yorumlanır. … Dikkat sık sık parçalarımızı bir araya toplar. , benlik de geçici duyuları bir ‘varlık anına’ dönüştürür.” Dikkat yoksa ne olur? Darmadağınık halde kalırız.

“Nasıl bir romancı anlatı yaratırsa, insan da bir varlık hissi yaratır. Benlik sadece bir sanat eseri, beynin kendi dağınıklığını anlamlandırmak için yarattığı bir kurmacadır. Parçalardan oluşan bir dünyada benlik bizim tek ‘temamızdır’- mükerrer, yarı hatırlanan, yarı öngörülen.”

“Modern sinirbilim bugün Woolf’un inandığı benliği doğruluyor. Kendimizi kendi duyumlarımızdan yaratırız. Woolf’un öngördüğü üzere, bu süreç, duyumsal parçalarımızı odaklanmış bir bilinç anına dönüştüren dikkat edimi tarafından kontrol edilir. Bu farklı anları birleştiren kurmaca benliktir: kimsenin bulunmadığı belli belirsiz varlık”

Kendi ürettiği bir proje eskizine bakma edimini alalım. Ne zaman özgül bir uyarana dikkat etsek –örneğin eskizin içindeki merdiven- nöronlarımızın hassasiyeti artar. Bu hücreler artık başka zamanlarda görmezden gelecekleri şeyleri görebilirler.

C.J.Mc Adams, J.H.R. Maunsell, “Effects Of Attention On Orientation-Tuning Functions Of Single Neurons İn Macaque Cortical Area V4 Journal Of Neuroscience 19 (1999), S. 431-41.

“Eskiden görülemeyen duyumlar aniden görünür hale gelir, zira dikkat feneri aydınlattığı nöronların ateşleme oranını seçerek artırır. Bu nöronlar bir kez uyarıldığında, kendileri bilinç akışına giren geçici bir ‘koalisyon’ haline getirirler. Bu veri hakkında önemli olan şey dikkati yukarıdan aşağıya doğru işliyor görünmesidir (bunu sinirbilimdeki adı’yürütücü kontrol’dür). Yanılsamalı benlik nöronal ateşlemede çok gerçek değişikliklere yol açmaktadır.”

Steven Yantis, “How Visual Salience Wins the Battle for Awareness”, Nature Neuroscience 8 (2005): 975-76.

“Adeta hayalet (kurmaca benlik) makineyi kontrol etmektedir.”
Ne var ki benlik dikkat etmezse, algı da asla bilinç haline gelmez. Bu nöronları ateşlemeyi bırakır ve temsil ettikleri gerçeklik diliminin varlığı sona erer.

Proje öğrencisi ortamdaki eylemden uzaklaşıp eskizdeki –merdivene- odaklandığında gerçek anlamıyla kendi hücrelerini değiştirmektedir. Merdiven hakkında, konumu, boyutları, yüksekliği, estetiği hakkında bir farkındalık oluşmaktadır.

Sinirbilimin bildiği bir şey varsa o da makinede bir hayalet olmadığıdır. Yalnızca makinelerin titreşimleri vardır. Kafamızda yüz milyarlarca elektrikli hücre vardır, ama bunlardan biri bile biz değiliz ya da biri bile bizi bilmez veyahut da bize önem vermez. Aslında biz var bile değiliz. Beyin fiziğin acımasız yasalarına mahkûm olan maddenin sınırsız gerileyişinden başka bir şey değildir. … Kurmaca benlikten mahrum olduğumuzda her şey karanlıktır.”

“Benlik kendini bütün olarak hisseder, ama bilim yalnızca parçaları görür.” “İşte sanat burada devreye girer “der Lehrer, …”Sanatçılar bilimcilerin tarif edemeyecekleri şeyleri tarif ederler. Kendimizi kurmaca eserler olarak kavramak kendimizi anlamanın en üstün yoludur. “

“Ne de olsa benlik …bir bütün olarak beynin karşılıklı ilişkilerinden ortaya çıkar.” Bilinç (farkındalık) bir yer değil bir süreçtir.” Biz bir şekilde dikkat anında ortaya çıkarız. Yanılsamalı benlik olmadan tümüyle körüz.”

Hiç yorum yok: