Yeniye ilişkin düşüncelerimizin ve tutumlarımızın bilişsel kökenleri üzerine düşünceler
(*) 9 Şubat 2004-Trabzon Mimarlık Öğrencileri buluşmasındaki “yeni” temalı söyleşide sunulan metin
Nur ESİN, İTÜ Mimarlık Fakültesi, nur.esin@gmail.com
Yeni ile olan uzaklık / yeniye tepki
Yeniyi benimseme/reddetme davranışının bilişsel kökeni
Yeniye sahip olma/sahip çıkmanın getirdiği tatmin ve üstünlük güdüleri
Yeniyi arama/yaratma içgüdüsü ve merak duygusu
Yeni arayışı ve farklı kişilik yapılarıVarsayım 1... Yeni bizden uzak olduğunda kolay kabul edilen bir kavramdır.
Ne zaman ki bizim yaşantımızı etkiler o zaman yeniye karşı gerçek tepkilerimiz ortaya çıkar.
Varsayım 2... Yeni ürkütücüdür.
Yeninin yaşantımızda neden olacağı değişimler düşüncesi ürkütür. Değişime/tehlikeye hazırlıklı olmak isteriz, yeni ise hazırlıklı olmadığımız bir durum anlamına gelir. Vücudumuz ve beynimiz birlikte tepki verir. Bu bizim kalıtımla devraldığımız hayvansal, içgüdüsel tepkimizdir. Adrenalin düzeyimiz artar. Beynimiz hızla çalışmaya başlar.Yeni ani gelmişse bu tepki çok hızlı gelişir, yeniye yavaş yavaş hazırlanmışsak, bu kez de olası tehlikelere karşı olmadık senaryolar geliştiririz.
Varsayım 3... Yeni çekicidir.
Merak duygumuzu uyandırır. Ne kadar ürkütücüyse o denli çekici olduğunu söylemek yanlış olmaz. Uzaktan davranışını kollarız. Zihnimizi yeni bilgilerle ve uyarılarla yeniden yapılandırıp dingin bir denge durumuna kavuşuncaya değin de merak duygusu peşimizi bırakmaz. Bu sürecin dışa yansıması önce onu eleştirerek cezalandırmak, olası ani durumları kollamak, diğerlerinin tepkilerini kollamak biçiminde gelişir. Yenini etki alanı geniştir, ama gecicidir. Yeni hızla eskiyendir. Eskinin etkisi ise artık daralmış, kanıksanmış ve alışılmıştır.
Varsayım 4... Yeni zihinsel süreçleri uyarır.
İnsanın en önemli ayırıcı özelliği düşünce üretmesidir. Zihninde yeni ortaya çıkan durumu yapılandırır; yeni durumu eski bildiği durumların üzerine oturtmaya, uyarlamaya çalışır. Zihninde bu duruma uygun bir model oluşturmaya çalışır.
Varsayım 5... Yeniyi arama iç güdüsü kişilik yapısından bağımsızdır.(i) içe dönük /dışa dönük, (ii) tutucu / tutucu olmayan, (iii) paylaşmayan / paylaşan (iv) araştırıcı-meraklı / ilgisiz-merak etmeyen, (v) egosu güçlü / uyumlu ve kollektivist, vb. Farklı kişilik yapılarının yeniyi ararken tutumları farklı olabilir; ancak bu içedönük bir kişiliğin yeniyi aramayacağı anlamına gelmez. Belki de daha fazla odaklanmış bir biçimde arama sürecine eğilir. Diğer taraftan yapı olarak dışa dönük kişi bu süreci paylaşır; belki de onun dışa dönük yapısı, bu süreçte odaklanmasına engel, dikkatini dağıtıcı bir rol oynayabilir. Yeni karşısında aşırı merak, kişiliği ne olursa olsun bireyin arama dürtüsünü uyandırabilir.
Varsayım 6... Tutucu bir kişinin yeniyi zor kabul edeceği varsayılır, ancak bir kez benimsemişse aynı tutucu yapısı nedeniyle onu daha güçlü savunabilir.Eskiyen bir yeniden, yeni beliren bir yeniye geçiş, değerler sisteminde değişme-kendini değiştirme süreci ile ilişkili görünüyor. Tutucuda bu değişim süreci çok yavaş seyredebilecekken, tutucu olmayan yeni duruma daha hızla adapte olabilir. Burada değinilen duyusal tepki süreci değildir, kabullenme sürecinin hızıdır.
Varsayım 7... Yeniyi sahiplenme bireyde bir çeşit üstünlük duygusu uyandırır.
Bu durum yeniyi savunma ve koruma içgüdüsünü de birlikte getirir. Yeniyi anlayabilen ve tepki verebilen, bunu daha geç gerçekleştirecek olana üstünlük sağlar; dışa vurulmasa da ayrıcalık kazanma duygusunun tatminini yaşar. Bu tatmin duygusunu sürekli kılabilmek için konuyu/yeniyi sahiplenmeyi ve diğerlerinden biraz da uzak tutmayı sürdürür. Çoğu zaman yeniyi karşısındakine zor anlaşılır – felsefi, akademik, sanatsal,mesleki- bir dil kullanarak açıklamaya çalışır ki iyice anlaşılmaz olsun, ve yeniden elde edeceği kişisel rantı/eldesi artsın (popüler olsun, adından söz edilsin, ne derin, ne bilimsel kişi desinler)
Varsayım 8... Yeniyi yaratma isteği, yeniyi kabullenme sürecinden çok farklı bir zihinsel yapılanma sürecidir.Merak duygusu yine devrededir, ancak bu merak ortaya çıkan bir şeye karşı olan merak değil, ortada olmayan bir şeye karşı beliren meraktır. Arama sürecini başlatan bir soru, bir sorun bu merakı körükler. Önce zihinsel heybe-bellek- karıştırılır, sonra eldekiler tartılır, gözden-zihinden geçirilir, sonra başkasının-diğerinin (yazılı,sözlü) belleği de taranır, yok... aranan yeni orada bulunamayınca da gerçek arama süreci tam anlamıyla başlar. Zihinde aynı soru zamana yayılı olarak dönüp durmaktadır. Soru siz nereye giderseniz sizinledir. Bu depresif, oldukça yıkıcı bir süreçtir. Vazgeçmenin çözüm değil yenilgi anlamı taşıdığı, bireyin kendisiyle hesaplaştığı bir süreç. Üstelik başkaları başarmış, o halde başarılabilir. Deneme-yanılma, çoktan seçme, yerine koyma, baştan gözden geçirme, kural-yöntem araştırma, benzetme, geriden tekrar başlama, heybeyi yeniden yeniden yoklama, ve hatta “saçmalama” bu arama sürecinde başvurulan tanıdık yöntemler. Sanırım mimar/tasarımcı olup da bu süreçten geçmemiş olanımız yoktur. Zaman zaman, -hatta sıkça da denilebilir- bu yıkıcı, yakıcı ortamdan uzaklaşmak amacıyla arama sürecinden bağımsız, ilgisiz davranışlar ortaya konur. Dikkati dağıtma, odaklanmadan uzaklaşma, hatta konuyu unutma bir iç savunma mekanizması olarak yüzeye çıkar. Sonuçta ortaya çıkan şey belkide yeni bile olamayacak denli varolanın tanıdık bir versiyonudur.
O halde yeni nedir?
Tamamen yepyeni bir şey mümkün müdür?
Yeniyi gördüğümüzde nasıl anlarız?
Yeni bildiğimizi sandığımız ama daha önceden hiç gerçekten karşılaşmadığımız bir şey olabilir mi? Örneğin ‘ölüm’ gibi?
Şengül Öymen Gür, söyleşide yeniyi zaman mekan ilişkisi bağlamında ele aldı. Zaman algımızın zaman içindeki değişimi, andan geriye ve ileriye bakışın yarattığı yanılsamalar ve çarpılmalar, bunların değer sistemlerimiz üzerinde yaratacağı değişimler, yeninin eskimesi, yeni algısı, yeninin yansıtılması, yeni üzerine medyatik imaj yaratılması ve sanallık konularında keyifli bir zihinsel gezinti yaptık; Gür’ün, mimarlıkta “zerafet”, yaşamda ve insan davranışlarında “zerafet” arayan gözüyle “yeni” mimarlığa tekrar baktık.
Cengiz Bektaş yeniyi samimiyete ve insan mutluluğuna, sevgisine bağladı. Yeni, insan için olandır, insanca olandır. Mekanda ve zamanda yeni bir yaşam, yeni bir davranış, yeni bir bakış. Dayatılana karşı çıkış, mutluluk için arayış.
Güzel bir oturumdu, paylaştık, insan olmanın ve birlikte olabilmenin onurunu, keyfini yaşadık, birbirimizin gözünde parlayan -yeniyi araken parlayan- ışığı gördük, sevinci paylaştık. Öğrencilere ne mutlu; onlar, biz oturumu terk ettiğimizde, paylaşmaya devam ediyorlar.
Yazıldığı Tarih:10.02.2004 İstanbul; buluşmada bir yarım günün ardından...
yaratıcılık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
yaratıcılık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
2 Mart 2010 Salı
Mimaride "Yeni" Kavramı ya da Tasarımda Özgünü Arayış*
Yaratıcılık, beyin, tasarlama, eğitim
tasarlama eğitimi,
yaratıcılık
19 Şubat 2010 Cuma
21. Yüzyılda Beyin, Steven Rose, 2008
Mimarlık eğitimi yazıları – denemeler 2 (Ocak 2010)
Steven Rose, 21. Yüzyılda Beyin, Çeviren Levent Can Yılmaz, Evrensel Basım Yayın, İstanbul: Ezgi Matbaası, 2008. (Özgün eser adı ve tarihi verilmiyor.)
Steven Rose insan beyninin yapısını ve çalışma biçimini açıklıyor. Yeteneklerini keşfediyoruz.
“Yüz milyarlarca hücresi ve bunların yüzlerce trilyonluk bağlantısıyla insan beyni, evrende bildiğimiz en karmaşık görüngüdür.”, Sa.19
“Beyin eş zamanlı olarak sabit bir yapı ama kısmen uyumlu ve kısmen bağımsız dinamik bir süreçler topluluğu sergiler. “, Sa. 21.
“… sürekli devinim halindeki elektriksel dalgalanma”, sa.22.
“Bütün canlı formlar için yaşam sürelerinin her anı, olan (being) ve oluş (becoming) arasındaki ilişki olarak geçer; olan şey varoluşuyla eş zamanlı olarak kendini farklı bir şeye dönüştürür.”, “… canlıların kendilerini sürekli olarak yeniden yaratmaları” “… kendi kendini yaratma autopoiesis, ya da gelişimsel sistem teorisi”. Hücre, embriyo, fetüs, gelişmeleri süresince herhangi bir alanda genler tarafından devreye konan derin bir ‘seçimler’ sezisine sahiptir; bu durum, döllenmeden başlayarak doğuma kadar olan yörünge boyunca artan biçimde ve sonrasında, var oluşun kendi kaderini çizen etkin bir oyuncu olması anlamına gelir.” Sa. 93
(autopoiesis anlayışı 1930 lu yıllarda Sovyet nörofizyolojistlerinin ortaya attığı systemogenesis kavramının tekrarından başka bir şey değildir. Gelişimsel biyologlar gerçekte, Marksist teorik çerçeve tarafından yetkin biçimde tanımlanmış ‘diyalektik’zemin üzerinde çalışmaktadır.) sa. 93 alt yazı
Gelişime diyalektik karakterini veren, doğa ve beslenmeden çok, hem genler hem de çevreye sıkı sıkıya bağlı olan işte bu belirlilik ve yoğrulabilirliktir.
“(Modüller ya da başka bir kurgusal yapı üzerinden)aklı/beyni bir ‘mimarisel’ temelde bilişsel, bilgi işleyen makineye indirgemek doğru değildir. (Yazarın ana vurgusu budur) Burada anahtar özellik duygulanımdır (emotion), bizim duygularımızı ifade edebilme yeteneğimizdir. Duygulanım evrimin ürünleridir. … Beyinsel ve akılsal süreçlerin tümünde duygulanım ve biliş birbirinden ayrılmaz biçimde iç içe geçmiştir ve anlamı bilgiden çıkaran da işleyişin bu yönüdür. “ sa. 141 (Antonio Damasio ya referans verildi)
Beyin gelişimine genel amaçlı bir bilgi işlemcisi, anlam çıkarıcı ve içsel işaretler üreticisi olarak başlıyor olmalıdır. Ancak gelişimi süresince belirli işlevlerle meşgul olmaya başlayan beynin belirli bölgeleri, bu bağlam çerçevesinde artan bir özelleşme sergileyecektir. … sinaptik bağlantılar biçimlenir, kimileri gelişirken kimileri ortadan kaybolur. Bu, beynin dış dünyadaki şeyleri, ilişki ve süreçleri belirleme ve bunlar üzerinde eylemde bulunmak üzere uygun içsel temsiliyetler inşa etmesinin önemli bir yönüdür. Deneyim ve buna karşı verilen yanıta dayanan gelişimin sonucu, erişkin beyninin işlevsellik bakımından sergilediği belirliliktir.” Sa. 158.
Nerede hata yapıyoruz? Biz dört yıllık eğitim/gelişim sürecinde hangi sinaptik bağlantıların ölmesine yol açıyoruz sorusunu soruyorum.
Göz ve beyin arasındaki ilişkiyi ele alalım. Retina ile görsel korteks arasında, lateral genüikülattan geçen nöral patikalar söz konusudur. Bu bölgeler farklı oranlarda büyür ve bu nedenle aralarında var olan sinaptik bağlantılar sürekli olarak kırılır ve gelişimle birlikte yeniden yapılanır. (görüş sırasında da sürekli bir kesinti mevcuttur) buna karşılık, görsel deneyim kesintiye uğramaz ya da sürekli olarak yeniden organize edilir. Bu durum bireyin sinapslarının yerini başkaları alsa da genel topografyanın değişmeden kaldığı anlamına gelir. –olan ve oluş arasındaki ilişkinin bir başka örneği, uçuş halindeyken bir uçağın yeniden yapılmasını andırırcasına, otopoesisin kendini gösterişinin bir biçimi. Sa. 161.
Bir bireyin deneyimi, kaçınılmaz olarak, diğer bireylerin oluşturduğu topluluğu kapsayan genellemelerin üzerinden bilinmektedir. –beynin belirliliğinden çok yoğrulabilirliği ile ilgili bir özellik. Sa. 166.
Deneyimler süresince biçimlenmiş beyin, duyusal bilgilerden anlam çıkarmayı öğrenmeye ve konuşmaya hazır duruma gelir. Anlam çıkartma bir bakıma değişmez olanı tanıma anlamına gelir. Ama anlam çıkartma aynı zamanda değişken olanı tanımak demektir. Görsel bilgiler yeni duyuşsal bilgilerle ilişkilendirilmek durumundadır. Görsel bilgiyi kavrayışa çevirmek bir başka kapasiteyi daha gerektirir… bellek”. Sa. 173
Alt yazıdan “Yetişkinlerde doğrusal bellek, erken dönem çocukluk belleği ise fotoğrafımsı bir kalite gösteriyor.”
“Yetenek ediniminin beynin olgunlaşma -kritik ya da duyarlı bir dönem- düzeyine bağlı olduğunu ve yeteneğin gelişimi sürecince, beyin aktivitesinde onu destekleyecek olan ve süreklilik gösteren, deneyime bağlı değişimlerin ortaya çıktığını görüyoruz.” Sa. 182
“…akıllar beyinlere indirgenemez; akıllar iletişim kurabilen ve sembol kullanan çocuğun içinde geliştiği açık biyososyal sistemin ürünüdür. Akıllar evrim ürünü olan ve gelişim halindeki biyososyal sistemin eş zamanlı olarak ürünü ve süreci olarak ‘hibrit’ karakterlidir.” Sa. 184.
“Beyinler ve sinir sistemleri, insan türü ve insan olmayan türler, atomlar, moleküller, makro moleküller, hücreler ve hücre topluluklarının inşa ettiği yapıların iç içe geçmiş bir hiyerarşisi olarak ele alınabilir. … Düşünce ve eylemlilik, böylesi bir hiyerarşiden söz edilebilirse, bu biyolojik hiyerarşinin hangi düzeyinde bulunur? Bu sorunun yanıtı tıpkı beynin kendisi gibi paradoksaldır: bütün düzeylerde ve hiçbir düzeyde. Bu paradoks beyin ve aklın dört kritik işleyişi üzerinden ele alacağız: görüş/ kavrayış, acı, duygulanım/duygu, bellek.”
”Buna (beynin işleyişindeki yapıya) mimari dersek, geçmişle gelecek arasında şu ana ait olan geçici formlara ve desenlere özgü, yaşayan, dinamik bir mimaridir. Herhangi bir nöronal bağlantının belirli bir andaki var oluşu, onun geçmişine bağlıdır ve de geleceğini biçimlendirir. Beynin hiyerarşik yapısının iç içe geçmiş bütün düzeylerinde mutlak bir dinamizm vardır. “ sa. 197.
Steven Rose, 21. Yüzyılda Beyin, Çeviren Levent Can Yılmaz, Evrensel Basım Yayın, İstanbul: Ezgi Matbaası, 2008. (Özgün eser adı ve tarihi verilmiyor.)
Steven Rose insan beyninin yapısını ve çalışma biçimini açıklıyor. Yeteneklerini keşfediyoruz.
“Yüz milyarlarca hücresi ve bunların yüzlerce trilyonluk bağlantısıyla insan beyni, evrende bildiğimiz en karmaşık görüngüdür.”, Sa.19
“Beyin eş zamanlı olarak sabit bir yapı ama kısmen uyumlu ve kısmen bağımsız dinamik bir süreçler topluluğu sergiler. “, Sa. 21.
“… sürekli devinim halindeki elektriksel dalgalanma”, sa.22.
“Bütün canlı formlar için yaşam sürelerinin her anı, olan (being) ve oluş (becoming) arasındaki ilişki olarak geçer; olan şey varoluşuyla eş zamanlı olarak kendini farklı bir şeye dönüştürür.”, “… canlıların kendilerini sürekli olarak yeniden yaratmaları” “… kendi kendini yaratma autopoiesis, ya da gelişimsel sistem teorisi”. Hücre, embriyo, fetüs, gelişmeleri süresince herhangi bir alanda genler tarafından devreye konan derin bir ‘seçimler’ sezisine sahiptir; bu durum, döllenmeden başlayarak doğuma kadar olan yörünge boyunca artan biçimde ve sonrasında, var oluşun kendi kaderini çizen etkin bir oyuncu olması anlamına gelir.” Sa. 93
(autopoiesis anlayışı 1930 lu yıllarda Sovyet nörofizyolojistlerinin ortaya attığı systemogenesis kavramının tekrarından başka bir şey değildir. Gelişimsel biyologlar gerçekte, Marksist teorik çerçeve tarafından yetkin biçimde tanımlanmış ‘diyalektik’zemin üzerinde çalışmaktadır.) sa. 93 alt yazı
Gelişime diyalektik karakterini veren, doğa ve beslenmeden çok, hem genler hem de çevreye sıkı sıkıya bağlı olan işte bu belirlilik ve yoğrulabilirliktir.
“(Modüller ya da başka bir kurgusal yapı üzerinden)aklı/beyni bir ‘mimarisel’ temelde bilişsel, bilgi işleyen makineye indirgemek doğru değildir. (Yazarın ana vurgusu budur) Burada anahtar özellik duygulanımdır (emotion), bizim duygularımızı ifade edebilme yeteneğimizdir. Duygulanım evrimin ürünleridir. … Beyinsel ve akılsal süreçlerin tümünde duygulanım ve biliş birbirinden ayrılmaz biçimde iç içe geçmiştir ve anlamı bilgiden çıkaran da işleyişin bu yönüdür. “ sa. 141 (Antonio Damasio ya referans verildi)
Beyin gelişimine genel amaçlı bir bilgi işlemcisi, anlam çıkarıcı ve içsel işaretler üreticisi olarak başlıyor olmalıdır. Ancak gelişimi süresince belirli işlevlerle meşgul olmaya başlayan beynin belirli bölgeleri, bu bağlam çerçevesinde artan bir özelleşme sergileyecektir. … sinaptik bağlantılar biçimlenir, kimileri gelişirken kimileri ortadan kaybolur. Bu, beynin dış dünyadaki şeyleri, ilişki ve süreçleri belirleme ve bunlar üzerinde eylemde bulunmak üzere uygun içsel temsiliyetler inşa etmesinin önemli bir yönüdür. Deneyim ve buna karşı verilen yanıta dayanan gelişimin sonucu, erişkin beyninin işlevsellik bakımından sergilediği belirliliktir.” Sa. 158.
Nerede hata yapıyoruz? Biz dört yıllık eğitim/gelişim sürecinde hangi sinaptik bağlantıların ölmesine yol açıyoruz sorusunu soruyorum.
Göz ve beyin arasındaki ilişkiyi ele alalım. Retina ile görsel korteks arasında, lateral genüikülattan geçen nöral patikalar söz konusudur. Bu bölgeler farklı oranlarda büyür ve bu nedenle aralarında var olan sinaptik bağlantılar sürekli olarak kırılır ve gelişimle birlikte yeniden yapılanır. (görüş sırasında da sürekli bir kesinti mevcuttur) buna karşılık, görsel deneyim kesintiye uğramaz ya da sürekli olarak yeniden organize edilir. Bu durum bireyin sinapslarının yerini başkaları alsa da genel topografyanın değişmeden kaldığı anlamına gelir. –olan ve oluş arasındaki ilişkinin bir başka örneği, uçuş halindeyken bir uçağın yeniden yapılmasını andırırcasına, otopoesisin kendini gösterişinin bir biçimi. Sa. 161.
Bir bireyin deneyimi, kaçınılmaz olarak, diğer bireylerin oluşturduğu topluluğu kapsayan genellemelerin üzerinden bilinmektedir. –beynin belirliliğinden çok yoğrulabilirliği ile ilgili bir özellik. Sa. 166.
Deneyimler süresince biçimlenmiş beyin, duyusal bilgilerden anlam çıkarmayı öğrenmeye ve konuşmaya hazır duruma gelir. Anlam çıkartma bir bakıma değişmez olanı tanıma anlamına gelir. Ama anlam çıkartma aynı zamanda değişken olanı tanımak demektir. Görsel bilgiler yeni duyuşsal bilgilerle ilişkilendirilmek durumundadır. Görsel bilgiyi kavrayışa çevirmek bir başka kapasiteyi daha gerektirir… bellek”. Sa. 173
Alt yazıdan “Yetişkinlerde doğrusal bellek, erken dönem çocukluk belleği ise fotoğrafımsı bir kalite gösteriyor.”
“Yetenek ediniminin beynin olgunlaşma -kritik ya da duyarlı bir dönem- düzeyine bağlı olduğunu ve yeteneğin gelişimi sürecince, beyin aktivitesinde onu destekleyecek olan ve süreklilik gösteren, deneyime bağlı değişimlerin ortaya çıktığını görüyoruz.” Sa. 182
“…akıllar beyinlere indirgenemez; akıllar iletişim kurabilen ve sembol kullanan çocuğun içinde geliştiği açık biyososyal sistemin ürünüdür. Akıllar evrim ürünü olan ve gelişim halindeki biyososyal sistemin eş zamanlı olarak ürünü ve süreci olarak ‘hibrit’ karakterlidir.” Sa. 184.
“Beyinler ve sinir sistemleri, insan türü ve insan olmayan türler, atomlar, moleküller, makro moleküller, hücreler ve hücre topluluklarının inşa ettiği yapıların iç içe geçmiş bir hiyerarşisi olarak ele alınabilir. … Düşünce ve eylemlilik, böylesi bir hiyerarşiden söz edilebilirse, bu biyolojik hiyerarşinin hangi düzeyinde bulunur? Bu sorunun yanıtı tıpkı beynin kendisi gibi paradoksaldır: bütün düzeylerde ve hiçbir düzeyde. Bu paradoks beyin ve aklın dört kritik işleyişi üzerinden ele alacağız: görüş/ kavrayış, acı, duygulanım/duygu, bellek.”
”Buna (beynin işleyişindeki yapıya) mimari dersek, geçmişle gelecek arasında şu ana ait olan geçici formlara ve desenlere özgü, yaşayan, dinamik bir mimaridir. Herhangi bir nöronal bağlantının belirli bir andaki var oluşu, onun geçmişine bağlıdır ve de geleceğini biçimlendirir. Beynin hiyerarşik yapısının iç içe geçmiş bütün düzeylerinde mutlak bir dinamizm vardır. “ sa. 197.
Proje tasarımı sürecine doğrudan gönderme yapabilir miyiz? Dinamik beyinler süreçte üretir ve bu süreçte yaşananları geriye doğru belgelemeleri istendiğinde yaşadıkları anla aynı tatta belgeleyememektedirler. Süreç çok cazip iken, sonuç farklı ve daha az etkileyici olabilmektedir. Uyguladığımız süreç ağırlıklı yöntemde bunu bulguluyoruz. Sonucun daha dinamik ifadesi gerekecektir. Süreçten kesitler elde edilmesi ve bunların dinamik modellerle geriye doğru temsili.
“Beyinde –canlı sistemlerin bütün diğer yapıları ve özellikleri gibi- olan ve oluş bir arada ve karşılıklı ilişki içinde vardır ve açıkça görülen kararlılık, durağan bir mimarinin değil, fakat süreçlerin bir özelliğidir. Bugünün beyni geçmişin beyninden farklıdır ve geleceğin beyni bugünkünden farklı olacaktır.” Sa. 198.
“Beyinde, nörofizyolojiyi psikolojiye dönüştüren gizemli bir yer aramak boşunadır. .. Gertrude Stein’ın farklı bir bağlamda belirttiği gibi, basitçe orada bir orada yoktur. … bilginin yukarı doğru ilerlediği ve katı emirlerin yanıt olarak döndüğü bir nöronal sistem söz konusu değildir. Tersine, beyin her bir ayrı bölgenin yarı otonom bir biçimde işleyerek uyumlu bir bütün oluşturduğu bir komün gibi işlemektedir: her bölgeden yeteneklerine göre, her bölgeye ihtiyaçlarına göre.”sa. 206
Küçük proje gruplarımızın yapısı beynin bu yapısını andırıyordu, bireyler ve grup dinamikleri yukarda tariflendiği gibi işledi. Bireylerin ortak arsa üzerindeki yer ve işlev paylaşımları ile tasarlamada biçime doğru yönelen çözüm arayışları, grup üyelerinin karşılıklı zihinsel etkileşimiyle şekillendiler. Bir birey diğerinin belirleyicisi ya da değiştiricisi olarak işlev gördü. Sonuçta bir şey elde edildi, bu en iyi çözüm olmayabilir ancak yaşanan çok iyi bir "diğerleriyle birlikte veya diğerlerinin içinde karar verme" deneyimiydi. Bir öğrenci diyor ki: “belki iyi bir çözüm üretememiş olabiliriz, ama çok eğlendik.” fun-theory in designing.
Korteks, gelişim sırasında işlevsel bakımdan çok sayıda farklı bölgeye ayrılmakta ve bu bölgelerdeki analiz ya da yönlendirmenin belirli yönleriyle ilgili olan nöronlar topoğrafik olarak organize olmaktadır. Görsel kortekste olduğu gibi bu haritalar ileri düzeyde dinamiktir ve deneyime verilen yanıta bağlı olarak kendilerini yeniden biçimlendirirler. … Erişkinlerde bile bu haritalar durağan değildir: kullanım kortikal haritaları genişletir, kullanmamak ise daraltır. Sa. 210
“Hatırlama eylemi, belleği yeniden kalıba döker ve böylelikle bir sonraki eylemde hatırlanan şey öncekinden farklı olur. Böylelikle anılar zaman boyunca sürekli olarak değişim geçirir. Biyolojik bellekler ölü bilgi yığınları değil, yaşayan anlamlardır.” sa.215
“Bellek’ten söz etmek bir şeyleştirmedir.. bir süreci bir şeye dönüştürmektir.
“Duygulanım belleği tümüyle bilişsel olandan daha güçlüdür. Bedensel ve hormonal süreçler, anımsama üzerinde etkilidir. Sa. 218.Bu tür bir stüdyo deneyiminden sonra belleklerde ne tür bir anı kalacaktır. Hiç kuşkusuz yaşananlar biçim değiştirecek, hatta yaşananlar farklı anlamlar yükleneceklerdir. Biz ne kalsın istiyoruz? Bunu anlamlı bir düşünce sürecine dönüştürmek için ne yapacağız? Eylem adımı nedir? Yeni bir süreç yaşaması ve eskisini bu yeni uygulamanın/sürecin ışığında yeniden anlamlandırmasıdır.
Ve bilinç elbette beden ve beynin birlikte var ettiği bir şeydir. Ve bu nedenle bilinçlerimiz birbirinin aynı değildir. –bireysel kimlik-
“Beyinde, nörofizyolojiyi psikolojiye dönüştüren gizemli bir yer aramak boşunadır. .. Gertrude Stein’ın farklı bir bağlamda belirttiği gibi, basitçe orada bir orada yoktur. … bilginin yukarı doğru ilerlediği ve katı emirlerin yanıt olarak döndüğü bir nöronal sistem söz konusu değildir. Tersine, beyin her bir ayrı bölgenin yarı otonom bir biçimde işleyerek uyumlu bir bütün oluşturduğu bir komün gibi işlemektedir: her bölgeden yeteneklerine göre, her bölgeye ihtiyaçlarına göre.”sa. 206
Küçük proje gruplarımızın yapısı beynin bu yapısını andırıyordu, bireyler ve grup dinamikleri yukarda tariflendiği gibi işledi. Bireylerin ortak arsa üzerindeki yer ve işlev paylaşımları ile tasarlamada biçime doğru yönelen çözüm arayışları, grup üyelerinin karşılıklı zihinsel etkileşimiyle şekillendiler. Bir birey diğerinin belirleyicisi ya da değiştiricisi olarak işlev gördü. Sonuçta bir şey elde edildi, bu en iyi çözüm olmayabilir ancak yaşanan çok iyi bir "diğerleriyle birlikte veya diğerlerinin içinde karar verme" deneyimiydi. Bir öğrenci diyor ki: “belki iyi bir çözüm üretememiş olabiliriz, ama çok eğlendik.” fun-theory in designing.
Korteks, gelişim sırasında işlevsel bakımdan çok sayıda farklı bölgeye ayrılmakta ve bu bölgelerdeki analiz ya da yönlendirmenin belirli yönleriyle ilgili olan nöronlar topoğrafik olarak organize olmaktadır. Görsel kortekste olduğu gibi bu haritalar ileri düzeyde dinamiktir ve deneyime verilen yanıta bağlı olarak kendilerini yeniden biçimlendirirler. … Erişkinlerde bile bu haritalar durağan değildir: kullanım kortikal haritaları genişletir, kullanmamak ise daraltır. Sa. 210
“Hatırlama eylemi, belleği yeniden kalıba döker ve böylelikle bir sonraki eylemde hatırlanan şey öncekinden farklı olur. Böylelikle anılar zaman boyunca sürekli olarak değişim geçirir. Biyolojik bellekler ölü bilgi yığınları değil, yaşayan anlamlardır.” sa.215
“Bellek’ten söz etmek bir şeyleştirmedir.. bir süreci bir şeye dönüştürmektir.
“Duygulanım belleği tümüyle bilişsel olandan daha güçlüdür. Bedensel ve hormonal süreçler, anımsama üzerinde etkilidir. Sa. 218.Bu tür bir stüdyo deneyiminden sonra belleklerde ne tür bir anı kalacaktır. Hiç kuşkusuz yaşananlar biçim değiştirecek, hatta yaşananlar farklı anlamlar yükleneceklerdir. Biz ne kalsın istiyoruz? Bunu anlamlı bir düşünce sürecine dönüştürmek için ne yapacağız? Eylem adımı nedir? Yeni bir süreç yaşaması ve eskisini bu yeni uygulamanın/sürecin ışığında yeniden anlamlandırmasıdır.
Ve bilinç elbette beden ve beynin birlikte var ettiği bir şeydir. Ve bu nedenle bilinçlerimiz birbirinin aynı değildir. –bireysel kimlik-
Yaratıcılık, beyin, tasarlama, eğitim
beyin,
yaratıcılık
Yaratıcı Beyin, Nancy C. Andersen, 2005
Mimarlık eğitimi yazıları denemeler 3- Ocak 2010
Nancy C. Andreasen, Yaratıcı Beyin: Dehanın Nörobilimi, Çeviren Kıvanç Güney , Arkadaş Yayınevi, Ankara 2009. Özgün yayın: The Creating Brain: The Neuroscience Of Genius, Dana Press, New York/Washington, 2005.
Zekâ ve yaratıcılık arasındaki ayırım birçok bilimsel çalışma ile kanıtlanmıştır. Yaratıcılık beyne ait başka bir yetidir. Yaratıcılığın temel bileşenleri:
Özgünlük: yeni ilişkiler, bakış açıları, betimleme yolları sezmeyi içerir. Bu ilişkiler doğada keşfedilip yeni doğa yasalarıyla ya da roman ve şiir gibi bir ürünle ifade edilebilir.
Fayda: Faydanın tanımı en geniş anlamda yapılmalıdır çünkü sanatta yaratıcılığın her zaman gözle görülür, elle tutulur bir işe yararlılığı yoktur. Faydası her şeyden önce başkalarında yeni duygular uyandırması, esin yaratması ya da insan zihni/beyninin ulaşabileceği korkuyla karışık bir hayranlık hissi yaratabilmesinde yatar.
Ürün: Yaratıcılık ortaya bir çeşit ürün koymalıdır. Yaratıcılık bireyle başlar. Daha sonra bu birey, yaratıcı bilişsel süreç boyunca, bir sorunu ele alır ya da iyi bir soru sorar veya yeni bir görüş ve kavramsallaştırma yolu arar. … Birey, süreç, ürün. Bu bileşenler doğrusal, yinelemeli ya da yalnızca gizemli bir şekilde bir araya gelebilir. Sa. 22
Yaratıcı Kişilik
Yaratıcı bireyi tanımlayan kişilik özellikleri deneyime ve maceraya açık olma, asilik, bireysellik, duyarlılık, oyunculuk, ısrarcılık, merak ve sadeliktir. Sa. 38
Yeni deneyimlere açıklık, başkalarının göremediği şeyleri yaratıcı bireyin görebilmesini sağlar. Belirsizliklere tahammül edebilir. Siyah-beyaz bir dünyanın mutlakiyetine muhtaç değildir, grinin tonları arasında mutludurlar. Cevaplanmamış sorular ve bulanık sınırlarla dolu bir dünyada yaşamak onlara daha fazla zevk verir.
Keşfederken sosyal geleneklerin sınırlarını zorlayabilirler. Dışarıdan dayatılan kuralları sevmezler, kendi içlerinden gelen yönelimlerin itkisiyle hareket ederler. Dışarıdaki dünyanın sıradanlığına uyum sağlamamaları yabancılaşma ve yalnızlık duygularında yoğunlaşmaya neden olabilir. Algılama ve bilgiye dair açık ve belirgin standartların yokluğu kimlik ve benin sınırlarında –ego sınırları- bulanıklık yaratabilir.
Ne çelişkidir ki, yaratıcı bireyin geleneğe karşı kayıtsızlığına duyarlılık eşlik eder. Bu iki şekilde olabilir: (i) başkalarının deneyimlerine karşı duyarlılık, (ii) kendi yaşam deneyimlerine karşı duyarlılık. Sa.39-40
“kaosun kıyısında yaşamak”, “içleri rahat edene kadar (ısrarla) çalışmak”,
Yaratıcı süreç
“gerçeklikten ayrı bir boyuta giriyorum.” Disosiyatif-çözülmeli durum. Kişi zihinsel olarak bir anlamda çevresinden soyutlanır. “gerçeklikle temasını yitirir”. (Jung buna bilinçdışına çıkma diyor.) Ancak, daha öznel bir anlamda, yaratıcı birey aslında (kendisi için) daha gerçek olan başka bir gerçekliğe girmektedir. Kişi dışarıdan bilinçli ama “ düşüncelere dalmış” gibi görünse de, bu gerçeklik bilinçdışı bir duruma benzer. Sözcük, düşünce ve fikirlerin serbestçe süzülüp uçuşarak çarpıştığı ve sonunda birleşerek bir bütün oluşturduğu bir yer gibidir. (Bu anlamda yaratıcı süreç) “çözülme”, “yoğun odaklanma”, “başka bir yerde olma” halidir. (Bu anlamda yaratıcılık ise) “öteki gerçekliğe” girebilme, “uzak ve aşkın bir boyutu” ayırt edebilme yeteneğidir. Sa.47. Bilinçdışı, Jung’u hatırlatan gündüz rüyası gibi
“nasıl biteceğini önceden bilmemek”, “kendini görünmez hissetmek”, “olayın dışında kalarak tarafsız (soğuk ve duygusuz) gözlem yapabilmek”, “farklılaşmış bir filtre mekanizmaları olduğu düşünülür, -ne içerden ne de dışarıdan gelen uyarıları sansürlerler-”. Yaratıcı birey için içeriden, bir şekilde bölük pörçük ve şekilsiz olsa da, sürekli bir fikir akışı olması durumu, dışarıya “aklın bir karış havada” olması hali olarak yansır. Dışarıdan bakan gözlemci için, kişi hızla bir konudan bir konuya atlıyormuş gibi görünebilir. Yratıcı kişi içinse, bu mekanizma daha yüksek algılamaya, daha güçlü bir dutarlılığa ve deneyimin daha yoğun yaşanmasına neden olur. Sa. 48
Düşünce genelde çok hızlı ve çok boyutlu olarak hareket ediyor. Çözüm beklenmedik bir anda geliyor. Fikirler kuluçkaya yattığı bir “istirahat döneminden” sonra gelebiliyor ve o anda köklenip filiz veriyor. (Öğrencilerin projede tıkandıklarında yaptıkları ilgisiz işleri ve bir çeşit “ istirahat sürecini” hatırla)
Yaratıcılığın Nöral Mekanizmaları: Kendini örgütleyen bir sistem olarak insan beyni (Self organizing system SOS, Ross Ashby 1952) kaos teorisi, dinamik sistemler, sibernetik Norbert Weiner
Kendini örgütleyen sistem parçalarının toplamından daha büyük olan bir bütündür. Var olan hiçbir dış güç ve yönetim planı olmaksızın, kendiliğinden yeniden örgütlenerek yeni bir şey yaratan bir sistem olarak tanımlanır. Kendini örgütleyen sistemin kontrolü merkezi değildir. Bütün sisteme yayılmıştır.
Buna en basit örnek, harika bir konser izleyen seyircilerin alkışlama şeklidir. İlk başta, birbirinden farklı ritimlerde, dağınık ve gelişigüzel el çırpılır. Seyircinin heyecanı arttıkça, birkaç kişi tek bir ritim oluşturacak şekilde alkışlamaya başlar. Sonunda, başlarında bunu yapmalarını söyleyen bir “yönetici” olmaksızın tüm seyirciler uyum içinde alkışlamaya başlar. Duydukları konsere olan hayranlıklarını ifade etmek için yeni ve etkin bir birim olarak kendiliğinden örgütlenmişlerdir.
(Sanırım deprem gibi acil kriz anlarında 19 Ağustos 1999 depremi sonrasındaki yardım çalışmalarında aynı toplumsal örgütlenme modeli yaşandı)
Bu bölüm önemli çünkü yeni stüdyo modelinin de temeli. Önceden yapılan stüdyo programı bir aldatmaca ya da bir başlangıç motifidir. Program aslında süreç başladığında işlemeye başlayan kendini yaratan karmaşık zihinler toplamının üreteceği süreç için bir altlıktan başka bir şey değildir. Zihinler bir araya geldiğinde heyecanı tetikleyecek uyarıcı bir şey gerekecektir (Alkışlama örneğinde bu müziğin gelişimi idi). Bu uyarıcı bir kez devreye sokulduğunda artık programın bir geçerliliği kalmamaktadır.
Bu süreçte çeşitli uyaranlardan yararlanılmıştır. Uyaran bir gezi, sonrasında bir başlangıç ortak modeli arayışı olmuştur. Problem ortaya çıktığında problemin çerçevesini-koşullarını belirleme sürecinin bir kuralı konmamıştı. Gezide edinilen deneyimin içeriği bu zihinlerde serbestçe dolaştı, özgürce aktı. Bunlar arazi sınırlamaları, yerin potansiyelleri, öğrencilerin sosyal deneyimleri, fizik mekâna ilişkin gözlemleri gibi salt deneyime dayalı, gezi sırasında sistemsiz biçimde hazmedilmiş verilerdi. Bu model görüldüğü gibi mekâna, yere ve yöre insanına ilişkin bilgilenmede “sistematik yöntemler” dayatmasını zorluyor. Hatta başlangıçta bir yöntem konulmamasını gerektiriyor. Ayrıca işbölümü, görev paylaşımı, karar süreci, ifade biçimi için de dayatmalı yöntem önerilmedi. Hepsini gruplar kendileri buldular. Gruplar arası dinamik de ayrıca bir üst düzeyde SOS olarak işledi. Gruplarla ne zaman bir araya geleceğimizi –gene üst zamanlama sınırlarımızı – tanımladıktan sonra hangi grubun, grup içinde kimin, ne zaman, ne içerikle sunuma katılacağı kendiliğinden belirlendi ve hiçbir aksama olmaksızın tüm sunum süreci işledi.
Bu bir dinamik katılım modeli olarak düşünülebilir. Böylece stüdyo yürütücüsü de artık hatalı bir biçimde aldığı “yürütücü” sıfatına ihtiyaç duymaz, o artık bir “gözlemcidir”. Bir şeyi önden öğretmez ya da dikte etmez. Yani yürütme kuralları koymaz. Çünkü sistem kendiliğinden işler. Gerektiğinde onlardan biri olarak sürece davet edilir. Fikrini o zaman söyler, çünkü ona ihtiyaç duyulmuştur. Bu süreçte anlattıklarımın daha fazla akıllarında kaldığını düşünüyorum. Hemen ertesinde tasarımlarına yansıyan daha hızlı tepkiler aldım. Mimarlık eğitimi sonunda mimar olacak genç bireyin iyi bir mimarlık ürünü ortaya koyması mıdır?
Yoksa bu genç mimarın mesleğini sevmesi ve bu süreci yaşayabilmek için arayış içinde olasının sağlanması mıdır?
Bu iki soru, bizi farklı mimar yetiştirme modellerine sürüklüyor. Belki de her ikisi de doğru olmalıdır. Aynı ikilemi bir başka şekilde ifade edersek Toplumsal sorumluluğumuz mu önceliklidir? Yoksa bireysel mutluluğumuz mu? Yanıt yine her ikisi de olmalıdır. Bireysel mutluğumuz yoksa ortaya işte içinde yaşadığımız eserler çıkar. Toplumsal sorumluluğumuzun getirdiği mesleki disiplini geliştirememiş isek de bu defa zamanında en uygun ürünü geliştirmede başarısız kalırız. Elimizde 4 yıl 8 yarıyıl var. Hangi beceri ne zaman kazandırılmalıdır?
Kişisel deneyimlerim bana meslek sevgisinin ilk yıllarda verilmesi gerektiğini söylüyor. Bir süreç tanımlanmaya ve bu süreçteki davranış modelleri tanıtılmaya çalışılmaktadır. İşte mimarlık böyle bir şeydir. Burada bu yolla problem çözülür gibi. Meslek sevgisi konusunu biraz daha açmakta yarar var. Meslek sevgisi mesleğe duyulan öznel bir olumlu duygu kümelenmesi değildir. Meslek sevgisi tanımının altını beklide tanımla uzaktan yakından ilgisi olmayan başka tanımlar doldurmaktadır:
Bireyin (gencin) süreçte kendine güven geliştirmesi, kendindeki yaratıcı yönleri, farklı zekâlarını keşfetmesi, yapabiliyor olduğunu görmesi, korkmadan özgüvenle paylaşabilmesi, yeni yeteneklerini açığa çıkarabilmesi gibi sayısı çoğaltılabilecek anlatımlardan söz edilebilir. Bu anlamda “meslek sevgisi”, mesleğinin asal özü olan tasarlama etkinliğine ilişkin “bireysel farkındalığın” ve dolayısıyla “kendinden hoşnutluğun” yaratılabilmesidir. Sevgi kendine dönük bir sevgidir. Güzel bir mimarlık eserine duyulan sevgi değildir, başka bir mimara olan sevgi ya da kente olan sevgi değildir. Mesleğini sevmek öncelikle kendini sevmektir. Kendi iç çelişkilerini ve sorunlarını çözen birey, yönünü dışarıya döner/ilgisini dışarıya yöneltir. Ancak bu dinginliğe eriştiğinde, korkusuzca zaten kendisi de bir karmaşa ve çelişkiler ortamı olan meslek ortamında yerini/mesleki pozisyonunu alır. Mesleğe bu katılım ne bireysel hazırlıktan önce, ne de çok sonra olmalıdır. Tam da gücün toplandığının hissedildiği, cahil cesareti ile dolu olunan zaman en uygun zaman gibi görünmektedir.
İşte biz bu hazırlık sürecinin başlarındaki kişisel gelişimin merkezinde mimari proje stüdyolarımızı öğrencilerimize açıyoruz. Kendilerini keşfetsinler ve kendilerince donanabilmek için teşvik edilsinler diye. Gerçekten pasif değil de aktif olduklarını fark edebilsinler ve yaşamlarının direksiyonunu ellerine alsınlar diye. Bizler sadece stüdyo gözlemcileriyiz. Kendi iç çelişkilerimiz ve yetersizliklerimizle. Kendimizin sınırlarını bilerek…
İnsan beyni, … kendini örgütleyen en muhteşem sistemdir. Görünürde dışarıdan gelen bir kontrol olmaksızın, sürekli ve kendiliğinden yeni düşünceler üretir. Basit bir kendini örgütleyen siste en az iki bileşenden oluşmalıdır. Bir trilyonun üzerinde nöronu ve bir katrilyon sinapsıyla insan beyni, kendini örgütlemek için neredeyse sonsuz bileşene sahiptir. Dahası, büyük ve küçük birçok geri denetim döngüsü içerdiği ve bunlar hem pozitif, hem de negatif girdi alıp verebildikleri için, doğrusal olmayan dinamik düşünceyi üretebilecek en mükemmel organdır. Sa.77.
İnsan düşüncesi
Beyin birçok farklı türde düşünce üretir. Biricisi “düzenli” ya da “bilinçli” düşüncedir. Bu düşünce biçiminin genelde düzeni tanımlayan ve zamanı belirten bir sıralaması vardır. Ardışık düzen bozulduğunda, düşünce artık bir “anlam ifade etmez.” İnsanın bir anlam ifade eden ardışık düzenli sözcükler üretebilme becerisi, neredeyse mucizevi bir yetenektir. Konuşurken daha önce hiç üretilmemiş sözcükler dizisi üretilir.
İkincisi bilinç dışı düşüncedir. Sıra dışı yaratıcılıkla ilişkili bilinçdışı zihinsel yaşantıya referans verir. Bu bilinç dışı zihinsel eylemi “düzensiz düşünce” olarak düşünebiliriz, çünkü düzenli düşünce ile aynı doğrusal özelliğe sahip değil gibi görünüyor. Sa. 83 (“serbest çağrışım” Wilhelm Wundt )
Serbest çağrışım esnasında tetiklenen düşünme (en geniş tanımıyla) hafızanın, olaysal hafıza olarak bilinen bir alt türünden yararlanır. Olaysal hafıza bir kişinin bireysel deneyimleriyle ilişkili bilgilerin hatırlanmasından oluşan, otobiyografik hafızadır. “olaysal” denmesinin nedeni, zaman içinde ardışık düzenli hatırlanan bir dizi olaydan meydana gelmesidir. Zamana bağlı doğası çok önemli bir unsurdur ve hem gerideki geçmişi, hem de ilerideki geleceği hatırlamayı içinde barındırır. Olayları zamanın içine yerleştirebilme ve kendi öznemizle ilişkilendirebilme yeteneği öz farkındalık ya da bilincin temelini oluşturuyor olabilir. … Olaysal hafızaya dayalı bir bilinç deneyimi bireysel kimlik hissi yaratır, kişinin kendi deneyimini başkalarınınkiyle ilişkilendirmesi ve içgözlem yeteneğiyle ilişkilidir.
Karşıt olarak anlamsal hafıza bireysel deneyimden ayrı bir dünyayla ilgili olarak ve otobiyografik olmaktan çok bilişle ilişkili geniş yelpazeli bilgilerden oluşur. Jung’un belirttiği bilinçdışı süreçlerle paralel düşer.
Olaysal hafıza serbest çağrışım esnasında tetiklendiğinde ardışık düzenli ve zamana bağlı doğası daha az belirgindir. Yönlendirilmemiş çağrışımsal düşüncelerden yararlanmaktadır. Sa.89.
Görünüşe göre, beyin/zihin, ne kadar özgür ve zorunluluktan uzak düşünürse, o kadar insani ve karmaşık bölümlerini kullanmaktadır. Sa.91.
Bilinçdışını tetikleyen REST çalışmasından, özgürce dolaşan ve sansürsüz düşüncenin (birincil süreç düşüncesinin, ilkel düşüncenin, özgün düşüncenin) insan beyninin fazlasıyla gelişmiş bağlantı korteksindeki çeşitli bölgelerin birbirleriyle etkileşimi sayesinde gerçekleştiğini görmüştük. Bu gerçekleştiğinde, beyin kendini örgütleyen sistem olarak- ama farklı bir şekilde- işler.
Poincare’ın “fikirler sürüler halinde geldi; tabiri caizse, sabit bir kombinasyon oluşturmak için çiftler birbirine girene kadar çarpıştıklarını hissettim.” İzlenimini düşünün. … Düşüncenin yalnızca ardışık ve doğrusal olmadığı bir süreci değil, aynı zamanda mantık ve bilinç dışı süreçlerin de rol oynadığı bir süreci betimliyor. Sanki çok sayıda bağlantı korteksi ileri-geri iletişim kuruyor, ama bunu çoğu zaman olduğu gibi duyusal ve motor girdileri birleştirmek için değil, yalnızca birbirlerine tepki olarak yapıyorlar. Çağrışımlar serbestçe ortaya çıkıyor. Normalde etkisi altında oldukları gerçeklik prensiplerinden bağımsız, kontrolsüz olarak dolaşıyorlar. Bu çağrışımlar ilk başta anlamsız ve ilintşsiz görünebiliyor. Diyebilirim ki, beyin yaratıcı sürece çözünerek başlıyor; daha önce aralarına bağlantı kurulmamış nesmne, sembol,sözcük ve geçmiş deneyimlerin belirsiz şekilleri arasında bağlar kuruluyor. (Jung’un rüya görme süreci ve rüya işlevi gibi) bu çözülmeden sonra gerçekleşen kendini örgütlemeyse sonunda beyne hâkim oluyor. Sonuçta da ortaya tamamen yeni ve özgün bir şey çıkıyor: bir matematik fonksiyonu, bir senfoni, bir şiir vb.
Metodoloji uygulamalarının altın çağlarında (ki bu dönem Jung’un kitabını ilk yazdığı döneme 1959-60 lı yıllara denk düşer), tasarlama sürecinde yaratıcılığı kışkırtmak için “beyin fırtınası” ve “sinektiks” gibi teknikler geliştirilmiş; NASA uzay programlarındaki tasarlama süreçlerinde uygulanmış ve mimari tasarlama sürecinde de (eğitimde) yaygın olarak kullanılmakta idi. Nedense bunları artık çok fazla kullanmıyoruz. Oysa bilinçdışı işlevleri uyaran ancak bilinçli ir planları olan tasarlama teknikleri idiler. Derhal stüdyo pratiğimizin içine bu teknikleri yeniden dahil etmemiz gerektiği açık.
Kitabın izleyen bölümleri yaratıcılık sürecini dahilik ve delilik sınırlarında inceliyor. Şizofreni, mani ve depresyon tanıları ve yaratıcı süreçle benzerlikler ortaya konuyor. Bu konulara burada girilmeyecektir.
Son bölümlerden son bir alıntı, tüm bu ilhamın mükemmeliyetçi bir yaklaşımla sonuca ulaştırılması gerekiyor. En üst yaratıcılık düzeyindeki bir ürüne.
Yaratıcı zihnin ve beynin iki ortak özelliği: Beyin kendini yeniden örgütleyip yeni bağlantı zincirleri kurulduğunda ilhamın gelebileceği “serbest çağrışım dönemlerine duyulan ihtiyaç” ve “ideal ürün ya da sonuca ulaşmak için ödün vermez ve saplantılı bir mükemmeliyetçilik.”
Yazar nasıl bir çevre yaratıcılığı besler sorusunu soruyor: Ondan alıntılarla aşağıdaki gibi özetlemek mümkün:
• Çevre fikir özgürlüğünü teşvik etmelidir.
• Yaratıcı bir toplulukta iletişim. Yaratıcı beynin tek başına gelişmesi daha zordur. Süreci tetikleyen unsur genelde başkalarıyla etkileşim ve fikir alışverişi içinde bulunmaktır. (bir başka kendini örgütleyen sistem).
• Özgür bir rekabetçi ortam. Belirlenmiş konuların kullanımı, yeni çeşitlemelerin geliştirilebileceği referans noktaları içerir. (Mimarlık alanında da örneklerini bolca görüyoruz.)
• Ekonomik refah, hami ve destek.
• Çevrenin önemi. İnsan beyni plastiktir, yoğrulabilir.
• Doğanın (genlerin) önemi. Belirli alanda genetik bir duyarlılık varsa bu duyarlılık çevre faktörlerinin etkisi ile biçimlenir, bireye özel bir hale gelir, bireyin yaratıcı süreci özgünleşir. Bireyleri birbirinden farklılaştıran, çeşitliliği mümkün kılan budur. (Matt Ridley’e referansla
Beyin müthiş derecede tepki veren, uyum sağlama yeteneğine sahip ve sonsuza kadar (yenilenerek) değişen bir organdır. … Yaşam boyunca yaşanan deneyimler beynimizi yaşam boyunca değiştirir. … Kelimenin tam anlamıyla gördüğümüz, kokladığımız, yaptığımız, okuduğumuz ve anımsadığımız şeyler oluruz. Sa.187.
Dr. Nancy C.Andersen, kitabının son bölümünde yetişkinler için zihin alıştırmaları veriyor. İlgilenen okuyabilir.
• Yeni ve bilmediğiniz bir bilgi sahası seçip derinlemesine keşfe çıkın.
• Her gün yalnızca düşünmeye (meditasyon) biraz zaman ayırın.
• İmgeleme alıştırmaları yapın (hayalde kişilik, mekân ve zaman değiştirip dolaşmak).
Birinci koşul: Mimari tasarlama stüdyosunda her projenin tasarlama ve geliştirilme sürecinin yeni bir serüven olduğunun önemle vurgulanması tam da bu nedenle gereklidir. Sürecin bir keşfe dönüştürülmesi gereklidir.
İkinci koşul: Gerektiğinde kolayca iletişim kurulabilecek topluca bulunulan stüdyo ortamında her öğrencinin kendi bilgisayarı ve projesi üstünde düşünme ve geliştirme pratiği yaptığı görülür. Öğrenciye sürekli katılım değil, kendini dinleme şansı da verilen seanslara gerek vardır.
Üçüncü koşul: Projenin (tasarımın) kimin için yapıldığı, nerede yapıldığı, neyi değiştireceği gibi sorular sürecin ayrılmaz parçalarıdır. Bu nedenle biz mimarlar başka mesleklere göre empati kurabilme açısından eğitimin başlangıcından itibaren zihnimizi daha iyi biçimlendiriyoruz.
Nancy C. Andreasen, Yaratıcı Beyin: Dehanın Nörobilimi, Çeviren Kıvanç Güney , Arkadaş Yayınevi, Ankara 2009. Özgün yayın: The Creating Brain: The Neuroscience Of Genius, Dana Press, New York/Washington, 2005.
Zekâ ve yaratıcılık arasındaki ayırım birçok bilimsel çalışma ile kanıtlanmıştır. Yaratıcılık beyne ait başka bir yetidir. Yaratıcılığın temel bileşenleri:
Özgünlük: yeni ilişkiler, bakış açıları, betimleme yolları sezmeyi içerir. Bu ilişkiler doğada keşfedilip yeni doğa yasalarıyla ya da roman ve şiir gibi bir ürünle ifade edilebilir.
Fayda: Faydanın tanımı en geniş anlamda yapılmalıdır çünkü sanatta yaratıcılığın her zaman gözle görülür, elle tutulur bir işe yararlılığı yoktur. Faydası her şeyden önce başkalarında yeni duygular uyandırması, esin yaratması ya da insan zihni/beyninin ulaşabileceği korkuyla karışık bir hayranlık hissi yaratabilmesinde yatar.
Ürün: Yaratıcılık ortaya bir çeşit ürün koymalıdır. Yaratıcılık bireyle başlar. Daha sonra bu birey, yaratıcı bilişsel süreç boyunca, bir sorunu ele alır ya da iyi bir soru sorar veya yeni bir görüş ve kavramsallaştırma yolu arar. … Birey, süreç, ürün. Bu bileşenler doğrusal, yinelemeli ya da yalnızca gizemli bir şekilde bir araya gelebilir. Sa. 22
Yaratıcı Kişilik
Yaratıcı bireyi tanımlayan kişilik özellikleri deneyime ve maceraya açık olma, asilik, bireysellik, duyarlılık, oyunculuk, ısrarcılık, merak ve sadeliktir. Sa. 38
Yeni deneyimlere açıklık, başkalarının göremediği şeyleri yaratıcı bireyin görebilmesini sağlar. Belirsizliklere tahammül edebilir. Siyah-beyaz bir dünyanın mutlakiyetine muhtaç değildir, grinin tonları arasında mutludurlar. Cevaplanmamış sorular ve bulanık sınırlarla dolu bir dünyada yaşamak onlara daha fazla zevk verir.
Keşfederken sosyal geleneklerin sınırlarını zorlayabilirler. Dışarıdan dayatılan kuralları sevmezler, kendi içlerinden gelen yönelimlerin itkisiyle hareket ederler. Dışarıdaki dünyanın sıradanlığına uyum sağlamamaları yabancılaşma ve yalnızlık duygularında yoğunlaşmaya neden olabilir. Algılama ve bilgiye dair açık ve belirgin standartların yokluğu kimlik ve benin sınırlarında –ego sınırları- bulanıklık yaratabilir.
Ne çelişkidir ki, yaratıcı bireyin geleneğe karşı kayıtsızlığına duyarlılık eşlik eder. Bu iki şekilde olabilir: (i) başkalarının deneyimlerine karşı duyarlılık, (ii) kendi yaşam deneyimlerine karşı duyarlılık. Sa.39-40
“kaosun kıyısında yaşamak”, “içleri rahat edene kadar (ısrarla) çalışmak”,
Yaratıcı süreç
“gerçeklikten ayrı bir boyuta giriyorum.” Disosiyatif-çözülmeli durum. Kişi zihinsel olarak bir anlamda çevresinden soyutlanır. “gerçeklikle temasını yitirir”. (Jung buna bilinçdışına çıkma diyor.) Ancak, daha öznel bir anlamda, yaratıcı birey aslında (kendisi için) daha gerçek olan başka bir gerçekliğe girmektedir. Kişi dışarıdan bilinçli ama “ düşüncelere dalmış” gibi görünse de, bu gerçeklik bilinçdışı bir duruma benzer. Sözcük, düşünce ve fikirlerin serbestçe süzülüp uçuşarak çarpıştığı ve sonunda birleşerek bir bütün oluşturduğu bir yer gibidir. (Bu anlamda yaratıcı süreç) “çözülme”, “yoğun odaklanma”, “başka bir yerde olma” halidir. (Bu anlamda yaratıcılık ise) “öteki gerçekliğe” girebilme, “uzak ve aşkın bir boyutu” ayırt edebilme yeteneğidir. Sa.47. Bilinçdışı, Jung’u hatırlatan gündüz rüyası gibi
“nasıl biteceğini önceden bilmemek”, “kendini görünmez hissetmek”, “olayın dışında kalarak tarafsız (soğuk ve duygusuz) gözlem yapabilmek”, “farklılaşmış bir filtre mekanizmaları olduğu düşünülür, -ne içerden ne de dışarıdan gelen uyarıları sansürlerler-”. Yaratıcı birey için içeriden, bir şekilde bölük pörçük ve şekilsiz olsa da, sürekli bir fikir akışı olması durumu, dışarıya “aklın bir karış havada” olması hali olarak yansır. Dışarıdan bakan gözlemci için, kişi hızla bir konudan bir konuya atlıyormuş gibi görünebilir. Yratıcı kişi içinse, bu mekanizma daha yüksek algılamaya, daha güçlü bir dutarlılığa ve deneyimin daha yoğun yaşanmasına neden olur. Sa. 48
Düşünce genelde çok hızlı ve çok boyutlu olarak hareket ediyor. Çözüm beklenmedik bir anda geliyor. Fikirler kuluçkaya yattığı bir “istirahat döneminden” sonra gelebiliyor ve o anda köklenip filiz veriyor. (Öğrencilerin projede tıkandıklarında yaptıkları ilgisiz işleri ve bir çeşit “ istirahat sürecini” hatırla)
Yaratıcılığın Nöral Mekanizmaları: Kendini örgütleyen bir sistem olarak insan beyni (Self organizing system SOS, Ross Ashby 1952) kaos teorisi, dinamik sistemler, sibernetik Norbert Weiner
Kendini örgütleyen sistem parçalarının toplamından daha büyük olan bir bütündür. Var olan hiçbir dış güç ve yönetim planı olmaksızın, kendiliğinden yeniden örgütlenerek yeni bir şey yaratan bir sistem olarak tanımlanır. Kendini örgütleyen sistemin kontrolü merkezi değildir. Bütün sisteme yayılmıştır.
Buna en basit örnek, harika bir konser izleyen seyircilerin alkışlama şeklidir. İlk başta, birbirinden farklı ritimlerde, dağınık ve gelişigüzel el çırpılır. Seyircinin heyecanı arttıkça, birkaç kişi tek bir ritim oluşturacak şekilde alkışlamaya başlar. Sonunda, başlarında bunu yapmalarını söyleyen bir “yönetici” olmaksızın tüm seyirciler uyum içinde alkışlamaya başlar. Duydukları konsere olan hayranlıklarını ifade etmek için yeni ve etkin bir birim olarak kendiliğinden örgütlenmişlerdir.
(Sanırım deprem gibi acil kriz anlarında 19 Ağustos 1999 depremi sonrasındaki yardım çalışmalarında aynı toplumsal örgütlenme modeli yaşandı)
Bu bölüm önemli çünkü yeni stüdyo modelinin de temeli. Önceden yapılan stüdyo programı bir aldatmaca ya da bir başlangıç motifidir. Program aslında süreç başladığında işlemeye başlayan kendini yaratan karmaşık zihinler toplamının üreteceği süreç için bir altlıktan başka bir şey değildir. Zihinler bir araya geldiğinde heyecanı tetikleyecek uyarıcı bir şey gerekecektir (Alkışlama örneğinde bu müziğin gelişimi idi). Bu uyarıcı bir kez devreye sokulduğunda artık programın bir geçerliliği kalmamaktadır.
Bu süreçte çeşitli uyaranlardan yararlanılmıştır. Uyaran bir gezi, sonrasında bir başlangıç ortak modeli arayışı olmuştur. Problem ortaya çıktığında problemin çerçevesini-koşullarını belirleme sürecinin bir kuralı konmamıştı. Gezide edinilen deneyimin içeriği bu zihinlerde serbestçe dolaştı, özgürce aktı. Bunlar arazi sınırlamaları, yerin potansiyelleri, öğrencilerin sosyal deneyimleri, fizik mekâna ilişkin gözlemleri gibi salt deneyime dayalı, gezi sırasında sistemsiz biçimde hazmedilmiş verilerdi. Bu model görüldüğü gibi mekâna, yere ve yöre insanına ilişkin bilgilenmede “sistematik yöntemler” dayatmasını zorluyor. Hatta başlangıçta bir yöntem konulmamasını gerektiriyor. Ayrıca işbölümü, görev paylaşımı, karar süreci, ifade biçimi için de dayatmalı yöntem önerilmedi. Hepsini gruplar kendileri buldular. Gruplar arası dinamik de ayrıca bir üst düzeyde SOS olarak işledi. Gruplarla ne zaman bir araya geleceğimizi –gene üst zamanlama sınırlarımızı – tanımladıktan sonra hangi grubun, grup içinde kimin, ne zaman, ne içerikle sunuma katılacağı kendiliğinden belirlendi ve hiçbir aksama olmaksızın tüm sunum süreci işledi.
Bu bir dinamik katılım modeli olarak düşünülebilir. Böylece stüdyo yürütücüsü de artık hatalı bir biçimde aldığı “yürütücü” sıfatına ihtiyaç duymaz, o artık bir “gözlemcidir”. Bir şeyi önden öğretmez ya da dikte etmez. Yani yürütme kuralları koymaz. Çünkü sistem kendiliğinden işler. Gerektiğinde onlardan biri olarak sürece davet edilir. Fikrini o zaman söyler, çünkü ona ihtiyaç duyulmuştur. Bu süreçte anlattıklarımın daha fazla akıllarında kaldığını düşünüyorum. Hemen ertesinde tasarımlarına yansıyan daha hızlı tepkiler aldım. Mimarlık eğitimi sonunda mimar olacak genç bireyin iyi bir mimarlık ürünü ortaya koyması mıdır?
Yoksa bu genç mimarın mesleğini sevmesi ve bu süreci yaşayabilmek için arayış içinde olasının sağlanması mıdır?
Bu iki soru, bizi farklı mimar yetiştirme modellerine sürüklüyor. Belki de her ikisi de doğru olmalıdır. Aynı ikilemi bir başka şekilde ifade edersek Toplumsal sorumluluğumuz mu önceliklidir? Yoksa bireysel mutluluğumuz mu? Yanıt yine her ikisi de olmalıdır. Bireysel mutluğumuz yoksa ortaya işte içinde yaşadığımız eserler çıkar. Toplumsal sorumluluğumuzun getirdiği mesleki disiplini geliştirememiş isek de bu defa zamanında en uygun ürünü geliştirmede başarısız kalırız. Elimizde 4 yıl 8 yarıyıl var. Hangi beceri ne zaman kazandırılmalıdır?
Kişisel deneyimlerim bana meslek sevgisinin ilk yıllarda verilmesi gerektiğini söylüyor. Bir süreç tanımlanmaya ve bu süreçteki davranış modelleri tanıtılmaya çalışılmaktadır. İşte mimarlık böyle bir şeydir. Burada bu yolla problem çözülür gibi. Meslek sevgisi konusunu biraz daha açmakta yarar var. Meslek sevgisi mesleğe duyulan öznel bir olumlu duygu kümelenmesi değildir. Meslek sevgisi tanımının altını beklide tanımla uzaktan yakından ilgisi olmayan başka tanımlar doldurmaktadır:
Bireyin (gencin) süreçte kendine güven geliştirmesi, kendindeki yaratıcı yönleri, farklı zekâlarını keşfetmesi, yapabiliyor olduğunu görmesi, korkmadan özgüvenle paylaşabilmesi, yeni yeteneklerini açığa çıkarabilmesi gibi sayısı çoğaltılabilecek anlatımlardan söz edilebilir. Bu anlamda “meslek sevgisi”, mesleğinin asal özü olan tasarlama etkinliğine ilişkin “bireysel farkındalığın” ve dolayısıyla “kendinden hoşnutluğun” yaratılabilmesidir. Sevgi kendine dönük bir sevgidir. Güzel bir mimarlık eserine duyulan sevgi değildir, başka bir mimara olan sevgi ya da kente olan sevgi değildir. Mesleğini sevmek öncelikle kendini sevmektir. Kendi iç çelişkilerini ve sorunlarını çözen birey, yönünü dışarıya döner/ilgisini dışarıya yöneltir. Ancak bu dinginliğe eriştiğinde, korkusuzca zaten kendisi de bir karmaşa ve çelişkiler ortamı olan meslek ortamında yerini/mesleki pozisyonunu alır. Mesleğe bu katılım ne bireysel hazırlıktan önce, ne de çok sonra olmalıdır. Tam da gücün toplandığının hissedildiği, cahil cesareti ile dolu olunan zaman en uygun zaman gibi görünmektedir.
İşte biz bu hazırlık sürecinin başlarındaki kişisel gelişimin merkezinde mimari proje stüdyolarımızı öğrencilerimize açıyoruz. Kendilerini keşfetsinler ve kendilerince donanabilmek için teşvik edilsinler diye. Gerçekten pasif değil de aktif olduklarını fark edebilsinler ve yaşamlarının direksiyonunu ellerine alsınlar diye. Bizler sadece stüdyo gözlemcileriyiz. Kendi iç çelişkilerimiz ve yetersizliklerimizle. Kendimizin sınırlarını bilerek…
İnsan beyni, … kendini örgütleyen en muhteşem sistemdir. Görünürde dışarıdan gelen bir kontrol olmaksızın, sürekli ve kendiliğinden yeni düşünceler üretir. Basit bir kendini örgütleyen siste en az iki bileşenden oluşmalıdır. Bir trilyonun üzerinde nöronu ve bir katrilyon sinapsıyla insan beyni, kendini örgütlemek için neredeyse sonsuz bileşene sahiptir. Dahası, büyük ve küçük birçok geri denetim döngüsü içerdiği ve bunlar hem pozitif, hem de negatif girdi alıp verebildikleri için, doğrusal olmayan dinamik düşünceyi üretebilecek en mükemmel organdır. Sa.77.
İnsan düşüncesi
Beyin birçok farklı türde düşünce üretir. Biricisi “düzenli” ya da “bilinçli” düşüncedir. Bu düşünce biçiminin genelde düzeni tanımlayan ve zamanı belirten bir sıralaması vardır. Ardışık düzen bozulduğunda, düşünce artık bir “anlam ifade etmez.” İnsanın bir anlam ifade eden ardışık düzenli sözcükler üretebilme becerisi, neredeyse mucizevi bir yetenektir. Konuşurken daha önce hiç üretilmemiş sözcükler dizisi üretilir.
İkincisi bilinç dışı düşüncedir. Sıra dışı yaratıcılıkla ilişkili bilinçdışı zihinsel yaşantıya referans verir. Bu bilinç dışı zihinsel eylemi “düzensiz düşünce” olarak düşünebiliriz, çünkü düzenli düşünce ile aynı doğrusal özelliğe sahip değil gibi görünüyor. Sa. 83 (“serbest çağrışım” Wilhelm Wundt )
Serbest çağrışım esnasında tetiklenen düşünme (en geniş tanımıyla) hafızanın, olaysal hafıza olarak bilinen bir alt türünden yararlanır. Olaysal hafıza bir kişinin bireysel deneyimleriyle ilişkili bilgilerin hatırlanmasından oluşan, otobiyografik hafızadır. “olaysal” denmesinin nedeni, zaman içinde ardışık düzenli hatırlanan bir dizi olaydan meydana gelmesidir. Zamana bağlı doğası çok önemli bir unsurdur ve hem gerideki geçmişi, hem de ilerideki geleceği hatırlamayı içinde barındırır. Olayları zamanın içine yerleştirebilme ve kendi öznemizle ilişkilendirebilme yeteneği öz farkındalık ya da bilincin temelini oluşturuyor olabilir. … Olaysal hafızaya dayalı bir bilinç deneyimi bireysel kimlik hissi yaratır, kişinin kendi deneyimini başkalarınınkiyle ilişkilendirmesi ve içgözlem yeteneğiyle ilişkilidir.
Karşıt olarak anlamsal hafıza bireysel deneyimden ayrı bir dünyayla ilgili olarak ve otobiyografik olmaktan çok bilişle ilişkili geniş yelpazeli bilgilerden oluşur. Jung’un belirttiği bilinçdışı süreçlerle paralel düşer.
Olaysal hafıza serbest çağrışım esnasında tetiklendiğinde ardışık düzenli ve zamana bağlı doğası daha az belirgindir. Yönlendirilmemiş çağrışımsal düşüncelerden yararlanmaktadır. Sa.89.
Görünüşe göre, beyin/zihin, ne kadar özgür ve zorunluluktan uzak düşünürse, o kadar insani ve karmaşık bölümlerini kullanmaktadır. Sa.91.
Bilinçdışını tetikleyen REST çalışmasından, özgürce dolaşan ve sansürsüz düşüncenin (birincil süreç düşüncesinin, ilkel düşüncenin, özgün düşüncenin) insan beyninin fazlasıyla gelişmiş bağlantı korteksindeki çeşitli bölgelerin birbirleriyle etkileşimi sayesinde gerçekleştiğini görmüştük. Bu gerçekleştiğinde, beyin kendini örgütleyen sistem olarak- ama farklı bir şekilde- işler.
Poincare’ın “fikirler sürüler halinde geldi; tabiri caizse, sabit bir kombinasyon oluşturmak için çiftler birbirine girene kadar çarpıştıklarını hissettim.” İzlenimini düşünün. … Düşüncenin yalnızca ardışık ve doğrusal olmadığı bir süreci değil, aynı zamanda mantık ve bilinç dışı süreçlerin de rol oynadığı bir süreci betimliyor. Sanki çok sayıda bağlantı korteksi ileri-geri iletişim kuruyor, ama bunu çoğu zaman olduğu gibi duyusal ve motor girdileri birleştirmek için değil, yalnızca birbirlerine tepki olarak yapıyorlar. Çağrışımlar serbestçe ortaya çıkıyor. Normalde etkisi altında oldukları gerçeklik prensiplerinden bağımsız, kontrolsüz olarak dolaşıyorlar. Bu çağrışımlar ilk başta anlamsız ve ilintşsiz görünebiliyor. Diyebilirim ki, beyin yaratıcı sürece çözünerek başlıyor; daha önce aralarına bağlantı kurulmamış nesmne, sembol,sözcük ve geçmiş deneyimlerin belirsiz şekilleri arasında bağlar kuruluyor. (Jung’un rüya görme süreci ve rüya işlevi gibi) bu çözülmeden sonra gerçekleşen kendini örgütlemeyse sonunda beyne hâkim oluyor. Sonuçta da ortaya tamamen yeni ve özgün bir şey çıkıyor: bir matematik fonksiyonu, bir senfoni, bir şiir vb.
Metodoloji uygulamalarının altın çağlarında (ki bu dönem Jung’un kitabını ilk yazdığı döneme 1959-60 lı yıllara denk düşer), tasarlama sürecinde yaratıcılığı kışkırtmak için “beyin fırtınası” ve “sinektiks” gibi teknikler geliştirilmiş; NASA uzay programlarındaki tasarlama süreçlerinde uygulanmış ve mimari tasarlama sürecinde de (eğitimde) yaygın olarak kullanılmakta idi. Nedense bunları artık çok fazla kullanmıyoruz. Oysa bilinçdışı işlevleri uyaran ancak bilinçli ir planları olan tasarlama teknikleri idiler. Derhal stüdyo pratiğimizin içine bu teknikleri yeniden dahil etmemiz gerektiği açık.
Kitabın izleyen bölümleri yaratıcılık sürecini dahilik ve delilik sınırlarında inceliyor. Şizofreni, mani ve depresyon tanıları ve yaratıcı süreçle benzerlikler ortaya konuyor. Bu konulara burada girilmeyecektir.
Son bölümlerden son bir alıntı, tüm bu ilhamın mükemmeliyetçi bir yaklaşımla sonuca ulaştırılması gerekiyor. En üst yaratıcılık düzeyindeki bir ürüne.
Yaratıcı zihnin ve beynin iki ortak özelliği: Beyin kendini yeniden örgütleyip yeni bağlantı zincirleri kurulduğunda ilhamın gelebileceği “serbest çağrışım dönemlerine duyulan ihtiyaç” ve “ideal ürün ya da sonuca ulaşmak için ödün vermez ve saplantılı bir mükemmeliyetçilik.”
Yazar nasıl bir çevre yaratıcılığı besler sorusunu soruyor: Ondan alıntılarla aşağıdaki gibi özetlemek mümkün:
• Çevre fikir özgürlüğünü teşvik etmelidir.
• Yaratıcı bir toplulukta iletişim. Yaratıcı beynin tek başına gelişmesi daha zordur. Süreci tetikleyen unsur genelde başkalarıyla etkileşim ve fikir alışverişi içinde bulunmaktır. (bir başka kendini örgütleyen sistem).
• Özgür bir rekabetçi ortam. Belirlenmiş konuların kullanımı, yeni çeşitlemelerin geliştirilebileceği referans noktaları içerir. (Mimarlık alanında da örneklerini bolca görüyoruz.)
• Ekonomik refah, hami ve destek.
• Çevrenin önemi. İnsan beyni plastiktir, yoğrulabilir.
• Doğanın (genlerin) önemi. Belirli alanda genetik bir duyarlılık varsa bu duyarlılık çevre faktörlerinin etkisi ile biçimlenir, bireye özel bir hale gelir, bireyin yaratıcı süreci özgünleşir. Bireyleri birbirinden farklılaştıran, çeşitliliği mümkün kılan budur. (Matt Ridley’e referansla
Beyin müthiş derecede tepki veren, uyum sağlama yeteneğine sahip ve sonsuza kadar (yenilenerek) değişen bir organdır. … Yaşam boyunca yaşanan deneyimler beynimizi yaşam boyunca değiştirir. … Kelimenin tam anlamıyla gördüğümüz, kokladığımız, yaptığımız, okuduğumuz ve anımsadığımız şeyler oluruz. Sa.187.
Dr. Nancy C.Andersen, kitabının son bölümünde yetişkinler için zihin alıştırmaları veriyor. İlgilenen okuyabilir.
• Yeni ve bilmediğiniz bir bilgi sahası seçip derinlemesine keşfe çıkın.
• Her gün yalnızca düşünmeye (meditasyon) biraz zaman ayırın.
• İmgeleme alıştırmaları yapın (hayalde kişilik, mekân ve zaman değiştirip dolaşmak).
Birinci koşul: Mimari tasarlama stüdyosunda her projenin tasarlama ve geliştirilme sürecinin yeni bir serüven olduğunun önemle vurgulanması tam da bu nedenle gereklidir. Sürecin bir keşfe dönüştürülmesi gereklidir.
İkinci koşul: Gerektiğinde kolayca iletişim kurulabilecek topluca bulunulan stüdyo ortamında her öğrencinin kendi bilgisayarı ve projesi üstünde düşünme ve geliştirme pratiği yaptığı görülür. Öğrenciye sürekli katılım değil, kendini dinleme şansı da verilen seanslara gerek vardır.
Üçüncü koşul: Projenin (tasarımın) kimin için yapıldığı, nerede yapıldığı, neyi değiştireceği gibi sorular sürecin ayrılmaz parçalarıdır. Bu nedenle biz mimarlar başka mesleklere göre empati kurabilme açısından eğitimin başlangıcından itibaren zihnimizi daha iyi biçimlendiriyoruz.
Yaratıcılık, beyin, tasarlama, eğitim
beyin,
yaratıcılık
18 Şubat 2010 Perşembe
Proust Bir Sinirbilimciydi, Jonah Lehrer, 2007
Mimarlık Eğitimi Yazıları- Denemeler-1
…Ocak 2010
Bugün yine nefis bir kitap okuyorum ve yine stüdyo eğitimi üzerine düşünüyorum. Bu türden kitapların sayısı arttı ve ben her okuduğumla taşıyorum ve başka zihinlere de akmak istiyorum. Dinleyin demek istiyorum, okuyun ve onlara kulak verin.
Kitap Jonah Lehrer’in “Proust Bir Sinirbilimciydi” isimli kitabı. Ferit Burak Aydar’ın kolay okunan güzel çevirisi ile ve Elginkan Vakfının desteği ile Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi tarafından 2009 da yayınlanmış, yani “Proust was a Neuroscientist” başlıklı özgün kitabın 2007 de yayınlanmasından hemen iki yıl sonra.
Metinlerim onun metinleri eşliğinde düzensizce akacak. Günümüzdeki birçok diğer bilimcinin yolunu izliyor. Bilimin yeni bakışını bilimin derinliklerine aşina olmayan okuyucu ile paylaşıyor. Ancak kurgusu çok yaratıcı. 19. Yüzyıl başı öncü, aykırı sanatçılarının, içe dönük sezgileri ile keşfettiği, insanın düşünce dünyasını, bilimin daha geriden nasıl kanıtladığını anlatıyor. Şair Walt Whitman’ın, romancı George Eliot’un, aşçı Auguste Escoffier’in, Yazar Marcel Proust’un, Ressam Paul Cezanne’ın, Besteci İgor Stravinski’nin, Gertrude Stein’ın, yazar Virginia Wolf’un ulaştığı gerçekleri yorumluyor ve onların güncel bilimsel bilgilerle nasıl kanıtlanmakta olduğunu.
İçselleştirme süreci Bilginin ya da deneyimin tasarlama sürecinde ya da ona bağlı herhangi bir öğrenme sürecinde içselleştirilmesi, onun bir yerde kalıcı belleğe aktarılması ya da basitçe ‘anıya dönüştürülmesi’ olarak kabul edilebilir.
Marcel Proust, Yazar - Belleğin Yöntemi- Sa. 83-107
“Gerçekleri hikâyemize uysun diye eğip bükeriz. … zekâmız yoluyla deneyimi yeniden işleriz.”
“Anılarımız sinik şeylerdir, gerçekte yaşanmış olup olmadıklarından bağımsız olarak beyin tarafından her zaman doğru olduğu hissedilecek şekilde tasarlanmıştır.”
“Her anı ancak en son hatırlandığı kadar gerçektir. Bir şeyi ne kadar hatırlarsanız anı o kadar kusurlu hale gelir.”
“Bir şeyi her hatırladığımızda belleğin nöronal yapısı ince bir dönüşüm yaşar. Bu sürece yeniden bütünleştirme denir. (bilginin içselleştirilmesi sürecine denk düşer) Anı özgün itkinin yokluğunda değişir, giderek hatırladığımız şey olmaktan çıkar ve bizim hakkımızda bir şey haline gelir (bizim yaratımız olur).
Lehrer’e göre yazar Proust yazma sürecinin kendisine inanır. Proust anının yeniden bütünleştirilmesi keşfini sezgileriyle önceden görmüştü. Proust için anılar cümleler gibi değiştirmeyi asla bırakmadığımız şeylerdi. … Anı üzerine bir roman için romanın anlatısının esnekliği en gerçekçi öğelerden biriydi.
Tek doğrunun olmadığı tasarlama sürecinde tasarlamayı bitirdiğini düşünebilmek de kolay değildir. Her zaman tasarıma eklenecek bir fikir, değiştirilecek bir parça çözüm bulunur. Tasarlama ürünü olan düşünsel proje sürekli yenilenir ve gelişir. Hatta daha doğru bir ifade ile “yenilenir ve değişir”. Artık o önceki sürecin tasarımı değildir, yepyeni bir şeydir.
Lehrer “Hatırlayacak anılarımız olduğu sürece bu anıların kenarları şu anda bildiklerimize uyacak şekilde değiştirilir. Sinapslar silinir, dentritlere ince ayar çekilir ve çok güvenilir olduğunu düşündüğümüz hatırlanan an tümüyle gözden geçirilir.” der.
Ne kadar heyecan verici, önce tasarlama sürecini başlatmak için ortak anılar yaratmalıyız. Değiştirme ve yeniden bütünleştirme süreci bu anılarla başlıyor. Çeşitli duyuları uyararak anıları belleğe yerleştirmeliyiz. Ve anıları çeşitli şekillerde geri çağırmalıyız ki, bu anılar her yaratıcı birey için kendi anılarına dönüşsün, belleğinde işlensin ve nihayet içselleştirilsin. Tasarlama deneyimlerinin kurgulandığı ardışık proje stüdyolarının ardındaki mantık budur.
Bu süreçte esinlenilen proje ya da doğrudan tasarım çözümleri giderek özgün değişimlerle yaratıcının kendi projelerine dönüşecektir. O artık eski proje değildir. Dönüşüm geçirmiş, bireyin kendi anısına dönüşmüştür. Onun malı olmuştur.
Lehrer Proust’u şöyle yorumlar: Proust’un eserinin vermek istediği derslerden birinin her anının hatırlanma anından ayrılmaz olduğudur. … Yalan söylemeden geçmişi tarif etmek mümkün değildir. Anılarımız kurmaca eserlere benzemez, kurmacanın ta kendisidir. … Proust anılarımızın bu dönüşüm sürecine ihtiyaç duyduğunu sezgileri yoluyla anlamıştı. Anının değişmesini engellerseniz, varlığı sona erer. Bir şeyi hatırlamak için önce yanlış hatırlamak gerekir.
… Anılarımız bizi tanımlasalar bile, bizden bağımsız bir varoluşa sahip görünürler. Peki nasıl oluyor da bilinçdışındaki bu anılar kaybolmuyor? Dahası nasıl oluyor da bu anıları unutulduktan sonra da hatırlayabiliyoruz?
Sinirbilim, anıların tekrarlarla oluşturulabileceğini öngörüyordu. Ama anılar bu şekilde oluşmaz. Hayat yalnızca bir defa vuku bulur.
Anılar hiçbir mantık izlemeden aniden ortaya çıkarlar (çağrışımlar).
Lehrer, bilimsel bellek modellerinin yaşadığımız anının rastgele ve tuhaf niteliğini kavrayamadığı görülür der. Ona göre anılarımız tam da her türlü mantığa aykırı oldukları ve biz neyi unutup neyi unutmayacağımızı bilemeyeceğimiz için zihnimizi meşgul eder. Sa. 100.
Zihin sürekli bir reenkarnasyon halindedir. Fakat –bilim insanı-Dr. Si geçmişin değişmez olarak hissedildiğini biliyordu. Buradan hareketle anılarımız çok güçlü –hücrelerimizden bile daha güçlü- bir malzemeden yapıldığı sonucuna ulaşmıştı. … sa.110. Bu araştırmalar sonucunda bilim CPEB isimli bir proteine ulaştı.
K. Si, E. Kandel ve S. Lindquist, “ a neuronal ısoform of the aplysia CPEB has prion-like properties”, Cell 115 (2003), s.879-91.
Bu protein-prion neredeyse yok edilemezdir ve esnekliği sahiptir. CPEB prionları şekillerini görece kolay değiştirebilirler, bir anıyı canlandırabilir veya silebilirler. Düşünme anında nöronların salıverdiği iki nörotransmitter olan serotonin ya da dopaminle uyarılma, CPEB’nin yapısını tamamen değiştirir, proteini aktif duruma geçirir.
Lehrer, prionları yaşamın temel bir bileşeni olarak niteler. Uzun süreli bellekle, hatırlama ile olan ilişkisi keşfedilmiştir. … Prionların yapılarında bir tesadüfilik öğesi vardır. … Prionlar tanım gereği kestirilemez ve dengesizdir. Lehrer, “Fakat CPEB modeli bellek metaforlarımızı da dönüştürmemizi gerektiriyor. Artık belleği yaşamın kusursuz bir aynası olarak göremeyiz” der.
Belleğimiz esrarını hâlâ koruyor olsa da, CPEB molekülü (eğer kuram doğruysa) zamanın dışında var olmayı sürdüren sinaptik bir ayrıntıdır. Dr. S’nin ortaya attığı görüş duygusal fikirlerin kalıcılığını açıklamaya başlayan ilk hipotezdir.
Auguste Escoffier, Aşçı – Lezzetin Özü- Sa. 59-83.
Deneyimlediğimiz şey asla fiili duyumlarımızla sınırlı değildir. İzlenimler her zaman eksiktir ve onları bütün olarak sunmak için bir parça öznelliğe ihtiyaç duyarlar. Duyumlarımızı birleştirdiğimizde ya da ayrıştırdığımızda, aslında ne algıladığımızı düşündüğümüze dair yargıda bulunuruz. Bu bilinçsiz yorumlama ediminin arkasında çoğunlukla bağlama dair ipuçları vardır. Belli bir ortam için beklenmedik olan bir durumla karşılaştığınızda beyniniz duyuma dair hükmünü gizliden gizliye değiştirmeye başlar. Muğlak girdiler farklı bir duyum halinde bir araya getirilir.
“Bir fikrin kokusu”
Özetle Escoffier bir aşçı olarak, çağdaşı bilimcilerin tanımladığı tatlı, tuzlu, ekşi ve acı dışında daha bütüncül tatlar olduğunu, bunların aromatik koku ile birleştiğini, sunulduğu ortamın tat duyumsamasını etkilediğini keşfetmişti. Etin suyundan elde ettiği yepyeni bir tadı tanımlamış ve kullanmıştır. Bilim çok geç bunu kabul etti ve kanıtladı.
Lehrer, “Escoffier nihayetinde tattığımız şeylerin bir fikir olduğunu ve duyularımızın bulundukları ortamdan güçlü bir şekilde etkilendiklerini fark etmişti. … Bir şey duyumsadığımızda, bu duyum hemen önceki deneyimler üzerinden analiz edilir. …duyularımızı çerçevelendiren anılardır” der.
Tasarlama öncesinde çevreyi, tasarlama ortamını, tatları, kokuları, görsel imajları bir bütün olarak duyumsamak gerekecektir. Bu duyumsama sırasında çevrenin kendimizce gerçek (o anda algılanan) tadı hakkında bir fikre ulaşırız. Çevre bütünleşir. Ve bu bütüncül algı içinde tasarlamaya başlarız.
Tasarlama çevresi her bireyin içinde önseziler ve bireysel öznellikle yeniden tanımlanır. Çözüm için zihinsel çağrışımları tetikler ve önceki deneyimlerle-anılarla tariflenmiş bir çerçeveden çevre analizi başlar.
Önceki deneyimler (i) nasıl çözümleme yapılacağına (süreç ve metot deneyimi) ve (ii) ne türde çözümler bulunabileceğine (örnekler ve önceki yaratıların deneyimi) ait anılardır. Süreç yepyeni bir şekil alacak olan eski anıların yeniden canlandırılmasıdır.
Lehrer şu saptamayı yapar: “Davidson’un ifade ettiği gibi, benliklerimizden gelen bilgiye öznel bir katkı (kendi verdiği adla “şema”mız) ile dış dünyadan gelen nesnel katkı (“içerik”) arasında ayırım yapmak son kertede olanaksızdır. Davidson’un etkileyici epistomolojisinde, “örgütlenme sistemi ve örgütlenmeyi bekleyen şey” birbirine iflah olmaz derecede bağımlıdır.” Donald Davidson, Inquires into Truth and Interprettion. Oxford: Oxford Univ. Press, 2001, s. 189.
Walt Whitman, Şair -Hissetmenin Tözü- Sa. 1-27.
“Zihin yalnızca beyinden ibaret değildir … aynı zamanda bedenselleşmiştir.” Antonio Damasio, Descartes’ Error, Londra: Quill, 1995 (Türkçe çevirisi: Descartes’in Yanılgısı, çev. Bahar Atlamaz, Varlık 1999.)
Damasio’nun en şaşırtıcı keşiflerinden biri, bedenin yarattığı hislerin rasyonel düşüncenin temel bir öğesi olduğudur. Genelde duyularımızın aklımıza müdahale ettiğini düşünsek de, Damasio’nun duygusuz hastaları akılcı kararlar alma yeteneğinden yoksun olduklarını gösteriyorlardı.
Damasio’nun kurguladığı bir deney sonucunda bulduğu şudur: Bedenin yarattığı bilinçsiz hisler bilinçli karardan önce gelir. Bu deneyde zihni yöneten eldir.Sa.24.
Bu metni ve Damasio’nun bulgularını okuyunca Donald Schon’un” reflection in action”unu hatırlamamak olası değil. Çizim, eskiz ya da şimdilerde sketch-up modellemeleri beynin bilinçli kararlarından önce sezgisel deneyimlemeler olarak zihinsel arama sürecini başlatıyor. Yine öğrencinin o gençliğinin verdiği acelecilikle düşüncesinin önünde devinen eli, sketch-up da hacimleri değiştiriyor. Bir o yana bir bu yana çekiştiriyor. Üç boyutlu bir sınama yanılma süreci başlıyor. Ben de denedim. Şekiller beni beklentimin çok uzağına taşıdığında bunu programı iyi bilmememe verdim. Acaba?
Bu aramada henüz bilinçli karar aşaması yok. Bu bulanık durum potansiyelleri barındırıyor. Bazı öğrenciler bu bulanık durumu bilinçsiz olarak sürekli kılmaya başlıyor. Nerede durulacak? Çünkü somutlama arama sürecine veda anlamına geliyor. Artık sürecin sıkıcı yanı başlamıştır. Tasarlama serüveni sona ermiştir. Hatalarla yüzleşilir. Geri dönülmeyecek noktaya ulaşmak yaratıcı zihinde bu nedenle ürküntü yaratır. Eskizlerde çözülmüş gibi görünen projenin ölçülerle son çizime giderken hiç de çözülmemiş olduğunun anlaşılması gibi bir yüzleşme. O güzel arama anları nerede?
George Eliot (Mary Anne Evans), Yazar, Romancı - Özgürlüğün Biyolojisi- Sa. 28-58
Eliot Darwin’den etkilendi, Eliot’u Darwin’e çeken şey tesadüfün canlandırıcı gücüydü. Hayatın evrimi belirgin bir nedeni olmayan olaylara dayanıyordu. Tesadüf birçok açıdan doğanın bir gerçeği idi.
Burada Gould’un deneylerinden söz edilir. Gould’un bulgusu şudur:
“Beyin kendi kendini sürekli yeniden yaratır.”
Beyinde tüm hücreler yenilenir. Bu yenilenme sırasında çevre etkili bir güçtür. Bireyleri birbirinden ve bireyi kendi benliğinin önceki durumundan farklı hale getirir.
(Başka bir yazımda size Matt Ridley’den söz edeceğim. Çevre ve gen ikilemini çok güzel örneklerle tartışıyor ve genlerin değişmez olmadığını, çevrenin verileri ile genlerde sürekli ayarlar yapıldığını bilimsel deneylere referansla kanıtlıyor.)
Lehrer özgürlük (özgür irade) fikrine atıfla şöyle sonlandırır: “Hepimiz her güne hafif değişmiş yeni bir beyinle başladığımızdan, nöron oluşumu değişikliklerimizin asla sonlanmadığını gösterir. Hücrelerimizin sürekli altüst oluşu içinde –beyinlerimizin bastırılamaz yoğrulabilirliği içinde- kendi özgürlüğümüzü buluruz.”
İnsan genomu projesi ile ilgili açıklamaları sonunda, “bilim diğer edebiyat eserleri gibi insan genomunun da yoruma ihtiyaç duyan bir metin olduğunu keşfetmişti” der. Lehrer’e göre, Eliot’un şiir için söyledikleri DNA lar için de geçerlidir: “Bütün anlamların anahtarı yorumdur”. “Bizi insan yapan ve dahası başka biri gibi değil olduğumuz gibi bir insan yapan sadece baz çiftlerimize gömdüğümüz genlerimiz değil, çevremizle diyalog halindeki hücrelerimizin kendimizi okuma şeklimizi değiştirerek DNA’mızı nasıl geri beslediğidir”. “İnsan DNA’sının temel özelliği olanaklı anlamların çokluğudur. DNA bağlam gerektiren bir koddur.”
Eliot diyor ki: “Sanat hayata en yakın olan şeydir, sanat, deneyimi artırmanın bir yoludur.”
Lehrer şöyle yorumlar: “ …, zira bizler oluşum halindeki eserleriz. Bugün ihtiyaç duyduğumuz şey yeni ve belirsizliğimizi yansıtan bir hayat görüşüdür.”
İgor Stravinski, Besteci –Müziğin kaynağı- Sa. 133-159
İgor Stravinski’yi inceleyen Lehrer, onun bilindik, alışıldık müzikâl kalıpları tanımlama sürecini bozan ve beklenmedik bir durum yaratarak beynin beklentilerini allak bullak eden, yeni kalıplar oluşturma heyecanının bireyi gerilime sokan müziğini anlatıyor. Yeni gerilimlidir ve acı verir.
Beynin eşsiz yeteneği kendini değiştirebilme yeteneğidir. Bu süreç ise acı veren bir süreçtir. İşitme korteksi diğer tüm duyum alanları gibi çok esnektir. … Kemancıların enstrümanlarını akort etmeleri gibi beyin de kendi ses hissini düzenler.
Notaları nasıl işittiğimizi çoğunlukla insan doğası belirlese de, müziği işitmemizi sağlayan şey yetişme tarzımızdır. Üç dakikalık pop şarkısından beş saatlik Wagner operasına kadar kültürümüzün yaratıları bize belli müzik kalıplarını beklemeyi öğretir. Bu basit kalıpları bir kez öğrenince, farklı türlerine de aşırı duyarlı hale geliriz. Beyin çağrışım yoluyla öğrenecek şekilde tasarlanmıştır. Müzik beklediğimiz çağrışımlarla inceden inceye oynayarak etki bırakır, bizi tahminler yapmaya iter ve sonra hatalı tahminlerimizle yüz yüze getirir. … Aslında beyin sapı yalnızca şaşırtıcı seslere yanıt veren bir nöronlar ağı içerir. Bildiğimiz müzik kalıbı ihlâl edildiğinde, bu hücreler dopamin salınımıyla sonlanan nöral işlemeyi başlatır.
Başka bir konu da beyinde salgılanan dopamin meselesi. İki yönlü bir bıçak gibi dopamin. “Dopamin en yoğun duygularımızın kimyasal kaynağıdır; bu bize müziğin özellikle de yenilik ve ahenksizliklere karşı karşıya kaldığında sahip olduğu tuhaf duygusal gücü açıklamakta yardımcı olur.”
“… Fakat dopaminin karanlık bir yönü vardır. Dopamin sistemi dengesiz olduğunda sonuç şizofrenidir. Şizofreni hastaları duyumlar ile zihinsel tahminleri uyuşmadığı için karmaşık işitme halüsinasyonları yaşarlar. Böylece hiç olmadık yerlerde kalıplar icat ederken, var olan kalıpları göremezler.”
Tasarlama süreci içinde devinen öğrencinin her yapmaya çalıştığı kendince yeni bir çözüm kalıbı ortaya koymaktır. Karmaşık kararlar zincirinin bir sonucu olarak ortaya çıkar bu kalıplar. Alışıldık değildir. Hatta saçmadır. En azından deneyimli bir stüdyo gözlemcisi için. Ancak süreç “doğaldır” ve buradan benimsenebilecek yeni bir şeyler ortaya çıkabilir. Buna izin vermeyen bir “ süreç yönetimi” (eğitim metodolojisi) daha başından zihinsel sürecin doğallığını öldürecek, tekrarlanan kalıpları dikte ederek öğrenciye kendi eski kalıplarını (ya da Modernizm’in kalıplarını) belletecektir. İstenen belletmek midir? O halde öğrenci bu doğal süreci ne zaman yaşayabilecektir? Mezun olduğunda mı? O acımasız büro ortamlarında mı? Belirlenimci bir stüdyo ortamında zihinsel arama (tasarlama) sürecini yaşamaktan herhangi bir haz alınabilir mi? Bu adil midir? Ne adına hangi yarar adına yapılmaktadır?
Her birey kendi hatalarından öğrenir. Bunu herkesin bildiği düşünülür. Ancak nedense unutulmak istenir.
Bugün hâlâ olayın diğer tarafındaki büyük çoğunluk için durum anlamsızdır. Amerika’yı yeniden keşfetmek mi? Niye? Bunu söyleyen de aramaya gönüllü olan değil, bu dönemi geçirmiş ve “eskimiş” olandır. Yeni onun için korkutucudur. İnandırıcılığını kendi eski kalıplarıyla korur. Çok mu sert ifade ettim? Bence az bile.
Eğitimciler kendinizi geriye çekin. Bu sürecin muhatabı siz değilsiniz, bu kurgular, bu stüdyolar sizin için değil, sizin öneminiz yok. Hâlâ anlamadınız mı? Siz sadece ve sadece onlar için varsınız. Onlar aramalarını haz içinde sürdürebilsinler ve gelecekte mesleklerini severek yapsınlar diye.Stüdyoda kontrollü tasarlama süreci yerine karmaşık, kendiliğinden, kaotik bir ortamdaki arama süreçlerini doğru dürüst hiç karşılaştırmadık. Bu reddedişin, bilinçli bir reddediş olduğuna inanmak zor. Burada ifade ettiğim, sezgisel, naif ancak içten fikirlerim acımasızca “onarılmak" istiyor. Çünkü biliyorum ki hem haz duygusunu yaşatan ve hem de “stüdyo gözlemcisi” hocanın en üst düzeyde farklı türdeki katkısı ile yürüyen başarılı stüdyo pratikleri var. Bunları seminerlerimizde gözlemliyoruz. Ancak açıkça tartışmıyoruz. Bu baskıcı olmayan katılımın koşullarını daha fazla paylaşmamız gerekiyor. Orada güzel bir şeyler oluyor ve bilmek istiyoruz. Uygulayabilmek istiyoruz.
“İnsan yeniliğin belirsizliğinden nefret edecek şekilde yaratılmıştır. Bu nörolojik tuzaktan nasıl kurtuluruz?” der Lehrer ve devam eder: “Sanata önem vererek. Sanatçı beynin pozitif geri besleme döngüsüne karşı sürekli bir mücadele içindedir, kimsenin daha önce yaşamadığı bir deneyim yaratmak için didinir durur. Şair yeni bir metafor, romancı yeni bir hikaye bulmak için uğraşmak zorundayken, besteci keşfedilmemiş bir kalıbı keşfetmek zorundadır, zira duygunun kaynağı özgünlüktür. Sanat zor olduğunu hissettiriyorsa, bunun tek nedeni nöronlarımızın onu anlamak için esniyor olmalarıdır. Acının kaynağında büyüme vardır. Nietzsche’nin sadistçe dile getirdiği üzere, “Herhangi bir şeyin bellekte kalmak için acı vermesi şarttır. Yalnızca sürekli acı veren şeyler bellekte kalır.”
“Bu yenilik ne kadar eziyet verici olsa da gereklidir. Pozitif geri besleme döngüleri ,tıpkı şu kulak tırmalayan mikrofon gibi, her zaman kendi kendilerini tüketirler. Israrla her şeyi yeni haline getiren sanatçılar olmasa ses duyumuz giderek daralır, müzik özündeki belirsizliği kaybeder, dopamin akışı durur. Böylece yavaş yavaş notalardaki his kaybolur ve geriye yalnızca kolay anlaşılır ahenkli bir ses, yani tamamen kestirilebilir müziğin nazik zırvaları kalır. … Müzik tarihi esasen dinleyicilerin beklentilerine meydan okuma cesareti gösteren sanatçıların hikâyesidir. “
“Stravinski’nin bildiği şudur: Müzik zihin tarafından yaratılır ve zihin hemen her şeyi dinlemeyi öğrenebilir. “
Gertrude Stein, Bilim insanı, yazar - Dilin Yapısı - Sa. 160-186
Stein’in bulgusu şudur: Dilimizin bir yapısı vardır ve bu yapı beynin içindedir. Dilin aldatıcı olduğunu söyler.
“Alışılmadık bir yabancı kelime eklenirse, gramer teklerse ya da alakasız bir lügatten alınmış bir kelime aniden belirirse, cümle adeta infilak eder, bu alakasızlık bizi şok eder ve pasif kabullenme gider.”
William James, The Principles of Psychology, New York, Dover, 1950, cilt 1 sa. 262.
“1956 da Noam Chomsky Stein’in haklı olduğunu söyledi. Kelimelerimiz beyne kök salmış, gözle görülmez bir gramere bağlıdır. Bu derin yapılar cümlelerimizin gizli kaynaklarıdır; soyut kuralları söylediğimiz her şeyi belirler. Kelimeleri anlamlı d,iziler haline getirmemizi sağlayarak, dile sınırsız olanaklar sunarlar. Charles darwin’in ifade ettiği gibi, “Dil bir sanat elde etmek için içgüdüsel bir eğilimdir.” Stein’in sanatındaki deha bize dil içgüdüsünün nasıl işlediğini göstermesiydi”
Stein şöyle diyordu: “şeyleri yeni bir tarzda görmek gerçekten zor, her şey insana engel oluyor, alışkanlıklar, okullar, günlük yaşam, akıl, günlük yaşamdaki ihtiyaçlar, uyuşukluk, her şey engel çıkarıyor, aslında dünyada çok az deha var.”
Şeyleri yeni bir tarzda görmek mimarlık öğretisinin kalbinde olan bir konudur. Bu kendiliğinden tanrı vergisi bir süreç değildir. Öğrenilebilir.
Virginia Woolf – Ortaya çıkan Benlik Sa. 187-212
Woolf’un romanda yaratmak istediği yeni biçim, bilincimizin akışını takip etmek,… “zihin uçuşlarının izini sürebilmekti.
“Fakat zihin ifade edilmesi kolay bir şey değildir. Woolf kendi içine baktığında asla durduğu yerde durmayan bir bilinç görmüştü. Düşünceleri çalkantılı bir akımın içinde akıyordu veher an yeni bir duyum dalgasına yol açıyordu. … Woolf verili bir anda milyonlarca küçük parçacığa dağılmış görünüyordu. Beyni neredeyse hiçbir zaman bütünlük içinde değildi.” Woolf’un sanatı bizi bir arada tutan şeyi arıyordu. Bulduğu şey benlikti “öz” e ait bir şeydi.
“Tek bir durum olmadığını fark etmişti. ‘Hasta olmanın insanı nasıl birkaç farklı insana böldüğünü görmek tuhaf’ diyordu.”
“… romanda- Mrs Daloway kendisini bir araya toplamayı başarır. Kendisini gerçek kılar. Bulunduğu her yerde kendine ait bir dünya yaratır. Bizim de her gün yaptığımız budur. Dağınık düşüncelerimizi ve değişken duygularımızı alır, katı bir şey haline getiririz. Benlik kendi kendini icat eder.”
“Zihni bu şekilde değişken, benliği kendisine rağmen bölünmüş bir şey olarak görmek modernizmin en temel özelliklerinden biriydi. Bunu ilk kez dile getiren Nietzsche olmuştur. …‘benim hipotezim çoğulluk olarak özneldir’ rimbaud ‘ben bir başkasıdır’ diye yazmıştır. William James ise princiles’da benlik üzerine bölümün büyük bir kısmını ‘benliğin değişimleri’ ne, –‘diğer eş zamanlı var olan bilinçlerin’ farkında olduğumuz anlara- ayırmıştı.”
Woolf’un günlüğünde biz ‘kıymıklar ve mozaikleriz, eskiden düşünüldüğü gibi lekesiz, yekpare, tutarlı bütünler değiliz’ diye yazıyordu.”
“Gerçeküstü görünmesine rağmen modernistler beyni doğru algılamışlardı. … sayısız deney sonunda herhangibir deneyimin kısa süreli bellekte yaklaşık on saniye kalabildiği anlaşılmıştır.
Merlin Donald, A Mind So Rare, New York: Norton, 2001, s.13-25.)
Bundan sonra beyin şimdiki zaman algısını kaybeder. Ve bilinci yeniden, yeni bir akışla başlamak zorunda kalır. Modernistlerin öngördüğü gibi, kalıcı görünen benlik aslında birbirinden kopuk anlardan oluşan sonsuz bir geçit törenidir.”
“Dahası beyinde bu kopuk anların birleştiği tek bir yer bile yoktur. … tersine kafamız, hücrelerin hangi duyumların ve duyguların bilinç haline gelmesi gerektiğini kesintisiz şekilde tartıştıkları renksiz bir oturuma ev sahipliği yapar. Bu nöronlar bütün beyne dağılmıştır ve ateşlemeleri zamanla olur. Bu demektir ki zihin bir yer değil bir süreçtir.”
Önemli filozoflardan Daniel Dennett’in yazdığı gibi, zihnimiz ‘uzman devrelerin, paralel krgaşalarında, çeşitli şeylerini yapmaya çalıştıkları, giderayak Çoklu taslaklar oluşturdukları çoklu kanallardan oluşur.
Daniel Dennett, Consciousness Explained, New York Back Bay Books, 1991,s. 253-54.
Bizim gerçeklik adını verdiğimiz şey yalnızca son taslaktır. (Elbette hemen ertesi an tümüyle yeni bir el yazması gerektirir.)”
“dağınık yapımızın en doğu kanıtını beynin şeklinde bulabiliriz. … iki ayrı lobdan oluşur. Her beyinde en az iki adet farklı zihin vardır. Ayrık beyin deneyleri şunu gösterdi: iki lobun da kendine özgü bir benliği vardı, kendi arzuları, yetenekleri ve duyumlarıyla ayrı bir varlıktı. “
Korpus kallosum hepimizin ayrı, tek bir birey olduğu inancını desteklese de, her Ben aslında çoğuldur.
“Bilim ilk kez bilincin beynin sayısız parçalarından birinden değil, bütün beynin mırıltılarından ortaya çıktığı fikriyle yüzleşmek zorunda kalmıştı. .. Sperry’ye göre bizim birlik hissimiz ‘zihnimizin uydurduğu bir hikaye’ydi, benliği iç çelişkilerimizi görmezden gelmek için yaratmıştık. “
“Gayri şahsi duyum her zaman öznel bir deneyim haline gelmekte ve bu deneyim her zaman bir sonrakine akmaktadır. “işte bu süreksiz değişiklikten, her şeye rağmen, karakter ortaya çıkar. “
Peki benlik nasıl ortaya çıkar? Duyularımızdan zihni oluşturan “parçacıklardan, kırıntılardan ve fragmanlardan nasıl mütemadiyen ortaya çıkarız?
Lehrer, Woolf’un dikkat edimi yoluyla ortaya çıktığını fark ettiğini söyler. “Duyu parçalarımızı belli bir bakış açısından deneyimleyerek birleştiririz. Bu süreçte bazı duyumlar görmezden gelinir, bazılarıysa öne çıkarılır. Dış dünya etraflıca yorumlanır. … Dikkat sık sık parçalarımızı bir araya toplar. , benlik de geçici duyuları bir ‘varlık anına’ dönüştürür.” Dikkat yoksa ne olur? Darmadağınık halde kalırız.
“Nasıl bir romancı anlatı yaratırsa, insan da bir varlık hissi yaratır. Benlik sadece bir sanat eseri, beynin kendi dağınıklığını anlamlandırmak için yarattığı bir kurmacadır. Parçalardan oluşan bir dünyada benlik bizim tek ‘temamızdır’- mükerrer, yarı hatırlanan, yarı öngörülen.”
“Modern sinirbilim bugün Woolf’un inandığı benliği doğruluyor. Kendimizi kendi duyumlarımızdan yaratırız. Woolf’un öngördüğü üzere, bu süreç, duyumsal parçalarımızı odaklanmış bir bilinç anına dönüştüren dikkat edimi tarafından kontrol edilir. Bu farklı anları birleştiren kurmaca benliktir: kimsenin bulunmadığı belli belirsiz varlık”
Kendi ürettiği bir proje eskizine bakma edimini alalım. Ne zaman özgül bir uyarana dikkat etsek –örneğin eskizin içindeki merdiven- nöronlarımızın hassasiyeti artar. Bu hücreler artık başka zamanlarda görmezden gelecekleri şeyleri görebilirler.
C.J.Mc Adams, J.H.R. Maunsell, “Effects Of Attention On Orientation-Tuning Functions Of Single Neurons İn Macaque Cortical Area V4 Journal Of Neuroscience 19 (1999), S. 431-41.
“Eskiden görülemeyen duyumlar aniden görünür hale gelir, zira dikkat feneri aydınlattığı nöronların ateşleme oranını seçerek artırır. Bu nöronlar bir kez uyarıldığında, kendileri bilinç akışına giren geçici bir ‘koalisyon’ haline getirirler. Bu veri hakkında önemli olan şey dikkati yukarıdan aşağıya doğru işliyor görünmesidir (bunu sinirbilimdeki adı’yürütücü kontrol’dür). Yanılsamalı benlik nöronal ateşlemede çok gerçek değişikliklere yol açmaktadır.”
Steven Yantis, “How Visual Salience Wins the Battle for Awareness”, Nature Neuroscience 8 (2005): 975-76.
“Adeta hayalet (kurmaca benlik) makineyi kontrol etmektedir.”
Ne var ki benlik dikkat etmezse, algı da asla bilinç haline gelmez. Bu nöronları ateşlemeyi bırakır ve temsil ettikleri gerçeklik diliminin varlığı sona erer.
Proje öğrencisi ortamdaki eylemden uzaklaşıp eskizdeki –merdivene- odaklandığında gerçek anlamıyla kendi hücrelerini değiştirmektedir. Merdiven hakkında, konumu, boyutları, yüksekliği, estetiği hakkında bir farkındalık oluşmaktadır.
Sinirbilimin bildiği bir şey varsa o da makinede bir hayalet olmadığıdır. Yalnızca makinelerin titreşimleri vardır. Kafamızda yüz milyarlarca elektrikli hücre vardır, ama bunlardan biri bile biz değiliz ya da biri bile bizi bilmez veyahut da bize önem vermez. Aslında biz var bile değiliz. Beyin fiziğin acımasız yasalarına mahkûm olan maddenin sınırsız gerileyişinden başka bir şey değildir. … Kurmaca benlikten mahrum olduğumuzda her şey karanlıktır.”
“Benlik kendini bütün olarak hisseder, ama bilim yalnızca parçaları görür.” “İşte sanat burada devreye girer “der Lehrer, …”Sanatçılar bilimcilerin tarif edemeyecekleri şeyleri tarif ederler. Kendimizi kurmaca eserler olarak kavramak kendimizi anlamanın en üstün yoludur. “
“Ne de olsa benlik …bir bütün olarak beynin karşılıklı ilişkilerinden ortaya çıkar.” Bilinç (farkındalık) bir yer değil bir süreçtir.” Biz bir şekilde dikkat anında ortaya çıkarız. Yanılsamalı benlik olmadan tümüyle körüz.”
…Ocak 2010
Bugün yine nefis bir kitap okuyorum ve yine stüdyo eğitimi üzerine düşünüyorum. Bu türden kitapların sayısı arttı ve ben her okuduğumla taşıyorum ve başka zihinlere de akmak istiyorum. Dinleyin demek istiyorum, okuyun ve onlara kulak verin.
Kitap Jonah Lehrer’in “Proust Bir Sinirbilimciydi” isimli kitabı. Ferit Burak Aydar’ın kolay okunan güzel çevirisi ile ve Elginkan Vakfının desteği ile Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi tarafından 2009 da yayınlanmış, yani “Proust was a Neuroscientist” başlıklı özgün kitabın 2007 de yayınlanmasından hemen iki yıl sonra.
Metinlerim onun metinleri eşliğinde düzensizce akacak. Günümüzdeki birçok diğer bilimcinin yolunu izliyor. Bilimin yeni bakışını bilimin derinliklerine aşina olmayan okuyucu ile paylaşıyor. Ancak kurgusu çok yaratıcı. 19. Yüzyıl başı öncü, aykırı sanatçılarının, içe dönük sezgileri ile keşfettiği, insanın düşünce dünyasını, bilimin daha geriden nasıl kanıtladığını anlatıyor. Şair Walt Whitman’ın, romancı George Eliot’un, aşçı Auguste Escoffier’in, Yazar Marcel Proust’un, Ressam Paul Cezanne’ın, Besteci İgor Stravinski’nin, Gertrude Stein’ın, yazar Virginia Wolf’un ulaştığı gerçekleri yorumluyor ve onların güncel bilimsel bilgilerle nasıl kanıtlanmakta olduğunu.
İçselleştirme süreci Bilginin ya da deneyimin tasarlama sürecinde ya da ona bağlı herhangi bir öğrenme sürecinde içselleştirilmesi, onun bir yerde kalıcı belleğe aktarılması ya da basitçe ‘anıya dönüştürülmesi’ olarak kabul edilebilir.
Marcel Proust, Yazar - Belleğin Yöntemi- Sa. 83-107
“Gerçekleri hikâyemize uysun diye eğip bükeriz. … zekâmız yoluyla deneyimi yeniden işleriz.”
“Anılarımız sinik şeylerdir, gerçekte yaşanmış olup olmadıklarından bağımsız olarak beyin tarafından her zaman doğru olduğu hissedilecek şekilde tasarlanmıştır.”
“Her anı ancak en son hatırlandığı kadar gerçektir. Bir şeyi ne kadar hatırlarsanız anı o kadar kusurlu hale gelir.”
“Bir şeyi her hatırladığımızda belleğin nöronal yapısı ince bir dönüşüm yaşar. Bu sürece yeniden bütünleştirme denir. (bilginin içselleştirilmesi sürecine denk düşer) Anı özgün itkinin yokluğunda değişir, giderek hatırladığımız şey olmaktan çıkar ve bizim hakkımızda bir şey haline gelir (bizim yaratımız olur).
Lehrer’e göre yazar Proust yazma sürecinin kendisine inanır. Proust anının yeniden bütünleştirilmesi keşfini sezgileriyle önceden görmüştü. Proust için anılar cümleler gibi değiştirmeyi asla bırakmadığımız şeylerdi. … Anı üzerine bir roman için romanın anlatısının esnekliği en gerçekçi öğelerden biriydi.
Tek doğrunun olmadığı tasarlama sürecinde tasarlamayı bitirdiğini düşünebilmek de kolay değildir. Her zaman tasarıma eklenecek bir fikir, değiştirilecek bir parça çözüm bulunur. Tasarlama ürünü olan düşünsel proje sürekli yenilenir ve gelişir. Hatta daha doğru bir ifade ile “yenilenir ve değişir”. Artık o önceki sürecin tasarımı değildir, yepyeni bir şeydir.
Lehrer “Hatırlayacak anılarımız olduğu sürece bu anıların kenarları şu anda bildiklerimize uyacak şekilde değiştirilir. Sinapslar silinir, dentritlere ince ayar çekilir ve çok güvenilir olduğunu düşündüğümüz hatırlanan an tümüyle gözden geçirilir.” der.
Ne kadar heyecan verici, önce tasarlama sürecini başlatmak için ortak anılar yaratmalıyız. Değiştirme ve yeniden bütünleştirme süreci bu anılarla başlıyor. Çeşitli duyuları uyararak anıları belleğe yerleştirmeliyiz. Ve anıları çeşitli şekillerde geri çağırmalıyız ki, bu anılar her yaratıcı birey için kendi anılarına dönüşsün, belleğinde işlensin ve nihayet içselleştirilsin. Tasarlama deneyimlerinin kurgulandığı ardışık proje stüdyolarının ardındaki mantık budur.
Bu süreçte esinlenilen proje ya da doğrudan tasarım çözümleri giderek özgün değişimlerle yaratıcının kendi projelerine dönüşecektir. O artık eski proje değildir. Dönüşüm geçirmiş, bireyin kendi anısına dönüşmüştür. Onun malı olmuştur.
Lehrer Proust’u şöyle yorumlar: Proust’un eserinin vermek istediği derslerden birinin her anının hatırlanma anından ayrılmaz olduğudur. … Yalan söylemeden geçmişi tarif etmek mümkün değildir. Anılarımız kurmaca eserlere benzemez, kurmacanın ta kendisidir. … Proust anılarımızın bu dönüşüm sürecine ihtiyaç duyduğunu sezgileri yoluyla anlamıştı. Anının değişmesini engellerseniz, varlığı sona erer. Bir şeyi hatırlamak için önce yanlış hatırlamak gerekir.
… Anılarımız bizi tanımlasalar bile, bizden bağımsız bir varoluşa sahip görünürler. Peki nasıl oluyor da bilinçdışındaki bu anılar kaybolmuyor? Dahası nasıl oluyor da bu anıları unutulduktan sonra da hatırlayabiliyoruz?
Sinirbilim, anıların tekrarlarla oluşturulabileceğini öngörüyordu. Ama anılar bu şekilde oluşmaz. Hayat yalnızca bir defa vuku bulur.
Anılar hiçbir mantık izlemeden aniden ortaya çıkarlar (çağrışımlar).
Lehrer, bilimsel bellek modellerinin yaşadığımız anının rastgele ve tuhaf niteliğini kavrayamadığı görülür der. Ona göre anılarımız tam da her türlü mantığa aykırı oldukları ve biz neyi unutup neyi unutmayacağımızı bilemeyeceğimiz için zihnimizi meşgul eder. Sa. 100.
Zihin sürekli bir reenkarnasyon halindedir. Fakat –bilim insanı-Dr. Si geçmişin değişmez olarak hissedildiğini biliyordu. Buradan hareketle anılarımız çok güçlü –hücrelerimizden bile daha güçlü- bir malzemeden yapıldığı sonucuna ulaşmıştı. … sa.110. Bu araştırmalar sonucunda bilim CPEB isimli bir proteine ulaştı.
K. Si, E. Kandel ve S. Lindquist, “ a neuronal ısoform of the aplysia CPEB has prion-like properties”, Cell 115 (2003), s.879-91.
Bu protein-prion neredeyse yok edilemezdir ve esnekliği sahiptir. CPEB prionları şekillerini görece kolay değiştirebilirler, bir anıyı canlandırabilir veya silebilirler. Düşünme anında nöronların salıverdiği iki nörotransmitter olan serotonin ya da dopaminle uyarılma, CPEB’nin yapısını tamamen değiştirir, proteini aktif duruma geçirir.
Lehrer, prionları yaşamın temel bir bileşeni olarak niteler. Uzun süreli bellekle, hatırlama ile olan ilişkisi keşfedilmiştir. … Prionların yapılarında bir tesadüfilik öğesi vardır. … Prionlar tanım gereği kestirilemez ve dengesizdir. Lehrer, “Fakat CPEB modeli bellek metaforlarımızı da dönüştürmemizi gerektiriyor. Artık belleği yaşamın kusursuz bir aynası olarak göremeyiz” der.
Belleğimiz esrarını hâlâ koruyor olsa da, CPEB molekülü (eğer kuram doğruysa) zamanın dışında var olmayı sürdüren sinaptik bir ayrıntıdır. Dr. S’nin ortaya attığı görüş duygusal fikirlerin kalıcılığını açıklamaya başlayan ilk hipotezdir.
Auguste Escoffier, Aşçı – Lezzetin Özü- Sa. 59-83.
Deneyimlediğimiz şey asla fiili duyumlarımızla sınırlı değildir. İzlenimler her zaman eksiktir ve onları bütün olarak sunmak için bir parça öznelliğe ihtiyaç duyarlar. Duyumlarımızı birleştirdiğimizde ya da ayrıştırdığımızda, aslında ne algıladığımızı düşündüğümüze dair yargıda bulunuruz. Bu bilinçsiz yorumlama ediminin arkasında çoğunlukla bağlama dair ipuçları vardır. Belli bir ortam için beklenmedik olan bir durumla karşılaştığınızda beyniniz duyuma dair hükmünü gizliden gizliye değiştirmeye başlar. Muğlak girdiler farklı bir duyum halinde bir araya getirilir.
“Bir fikrin kokusu”
Özetle Escoffier bir aşçı olarak, çağdaşı bilimcilerin tanımladığı tatlı, tuzlu, ekşi ve acı dışında daha bütüncül tatlar olduğunu, bunların aromatik koku ile birleştiğini, sunulduğu ortamın tat duyumsamasını etkilediğini keşfetmişti. Etin suyundan elde ettiği yepyeni bir tadı tanımlamış ve kullanmıştır. Bilim çok geç bunu kabul etti ve kanıtladı.
Lehrer, “Escoffier nihayetinde tattığımız şeylerin bir fikir olduğunu ve duyularımızın bulundukları ortamdan güçlü bir şekilde etkilendiklerini fark etmişti. … Bir şey duyumsadığımızda, bu duyum hemen önceki deneyimler üzerinden analiz edilir. …duyularımızı çerçevelendiren anılardır” der.
Tasarlama öncesinde çevreyi, tasarlama ortamını, tatları, kokuları, görsel imajları bir bütün olarak duyumsamak gerekecektir. Bu duyumsama sırasında çevrenin kendimizce gerçek (o anda algılanan) tadı hakkında bir fikre ulaşırız. Çevre bütünleşir. Ve bu bütüncül algı içinde tasarlamaya başlarız.
Tasarlama çevresi her bireyin içinde önseziler ve bireysel öznellikle yeniden tanımlanır. Çözüm için zihinsel çağrışımları tetikler ve önceki deneyimlerle-anılarla tariflenmiş bir çerçeveden çevre analizi başlar.
Önceki deneyimler (i) nasıl çözümleme yapılacağına (süreç ve metot deneyimi) ve (ii) ne türde çözümler bulunabileceğine (örnekler ve önceki yaratıların deneyimi) ait anılardır. Süreç yepyeni bir şekil alacak olan eski anıların yeniden canlandırılmasıdır.
Lehrer şu saptamayı yapar: “Davidson’un ifade ettiği gibi, benliklerimizden gelen bilgiye öznel bir katkı (kendi verdiği adla “şema”mız) ile dış dünyadan gelen nesnel katkı (“içerik”) arasında ayırım yapmak son kertede olanaksızdır. Davidson’un etkileyici epistomolojisinde, “örgütlenme sistemi ve örgütlenmeyi bekleyen şey” birbirine iflah olmaz derecede bağımlıdır.” Donald Davidson, Inquires into Truth and Interprettion. Oxford: Oxford Univ. Press, 2001, s. 189.
Walt Whitman, Şair -Hissetmenin Tözü- Sa. 1-27.
“Zihin yalnızca beyinden ibaret değildir … aynı zamanda bedenselleşmiştir.” Antonio Damasio, Descartes’ Error, Londra: Quill, 1995 (Türkçe çevirisi: Descartes’in Yanılgısı, çev. Bahar Atlamaz, Varlık 1999.)
Damasio’nun en şaşırtıcı keşiflerinden biri, bedenin yarattığı hislerin rasyonel düşüncenin temel bir öğesi olduğudur. Genelde duyularımızın aklımıza müdahale ettiğini düşünsek de, Damasio’nun duygusuz hastaları akılcı kararlar alma yeteneğinden yoksun olduklarını gösteriyorlardı.
Damasio’nun kurguladığı bir deney sonucunda bulduğu şudur: Bedenin yarattığı bilinçsiz hisler bilinçli karardan önce gelir. Bu deneyde zihni yöneten eldir.Sa.24.
Bu metni ve Damasio’nun bulgularını okuyunca Donald Schon’un” reflection in action”unu hatırlamamak olası değil. Çizim, eskiz ya da şimdilerde sketch-up modellemeleri beynin bilinçli kararlarından önce sezgisel deneyimlemeler olarak zihinsel arama sürecini başlatıyor. Yine öğrencinin o gençliğinin verdiği acelecilikle düşüncesinin önünde devinen eli, sketch-up da hacimleri değiştiriyor. Bir o yana bir bu yana çekiştiriyor. Üç boyutlu bir sınama yanılma süreci başlıyor. Ben de denedim. Şekiller beni beklentimin çok uzağına taşıdığında bunu programı iyi bilmememe verdim. Acaba?
Bu aramada henüz bilinçli karar aşaması yok. Bu bulanık durum potansiyelleri barındırıyor. Bazı öğrenciler bu bulanık durumu bilinçsiz olarak sürekli kılmaya başlıyor. Nerede durulacak? Çünkü somutlama arama sürecine veda anlamına geliyor. Artık sürecin sıkıcı yanı başlamıştır. Tasarlama serüveni sona ermiştir. Hatalarla yüzleşilir. Geri dönülmeyecek noktaya ulaşmak yaratıcı zihinde bu nedenle ürküntü yaratır. Eskizlerde çözülmüş gibi görünen projenin ölçülerle son çizime giderken hiç de çözülmemiş olduğunun anlaşılması gibi bir yüzleşme. O güzel arama anları nerede?
George Eliot (Mary Anne Evans), Yazar, Romancı - Özgürlüğün Biyolojisi- Sa. 28-58
Eliot Darwin’den etkilendi, Eliot’u Darwin’e çeken şey tesadüfün canlandırıcı gücüydü. Hayatın evrimi belirgin bir nedeni olmayan olaylara dayanıyordu. Tesadüf birçok açıdan doğanın bir gerçeği idi.
Burada Gould’un deneylerinden söz edilir. Gould’un bulgusu şudur:
“Beyin kendi kendini sürekli yeniden yaratır.”
Beyinde tüm hücreler yenilenir. Bu yenilenme sırasında çevre etkili bir güçtür. Bireyleri birbirinden ve bireyi kendi benliğinin önceki durumundan farklı hale getirir.
(Başka bir yazımda size Matt Ridley’den söz edeceğim. Çevre ve gen ikilemini çok güzel örneklerle tartışıyor ve genlerin değişmez olmadığını, çevrenin verileri ile genlerde sürekli ayarlar yapıldığını bilimsel deneylere referansla kanıtlıyor.)
Lehrer özgürlük (özgür irade) fikrine atıfla şöyle sonlandırır: “Hepimiz her güne hafif değişmiş yeni bir beyinle başladığımızdan, nöron oluşumu değişikliklerimizin asla sonlanmadığını gösterir. Hücrelerimizin sürekli altüst oluşu içinde –beyinlerimizin bastırılamaz yoğrulabilirliği içinde- kendi özgürlüğümüzü buluruz.”
İnsan genomu projesi ile ilgili açıklamaları sonunda, “bilim diğer edebiyat eserleri gibi insan genomunun da yoruma ihtiyaç duyan bir metin olduğunu keşfetmişti” der. Lehrer’e göre, Eliot’un şiir için söyledikleri DNA lar için de geçerlidir: “Bütün anlamların anahtarı yorumdur”. “Bizi insan yapan ve dahası başka biri gibi değil olduğumuz gibi bir insan yapan sadece baz çiftlerimize gömdüğümüz genlerimiz değil, çevremizle diyalog halindeki hücrelerimizin kendimizi okuma şeklimizi değiştirerek DNA’mızı nasıl geri beslediğidir”. “İnsan DNA’sının temel özelliği olanaklı anlamların çokluğudur. DNA bağlam gerektiren bir koddur.”
Eliot diyor ki: “Sanat hayata en yakın olan şeydir, sanat, deneyimi artırmanın bir yoludur.”
Lehrer şöyle yorumlar: “ …, zira bizler oluşum halindeki eserleriz. Bugün ihtiyaç duyduğumuz şey yeni ve belirsizliğimizi yansıtan bir hayat görüşüdür.”
İgor Stravinski, Besteci –Müziğin kaynağı- Sa. 133-159
İgor Stravinski’yi inceleyen Lehrer, onun bilindik, alışıldık müzikâl kalıpları tanımlama sürecini bozan ve beklenmedik bir durum yaratarak beynin beklentilerini allak bullak eden, yeni kalıplar oluşturma heyecanının bireyi gerilime sokan müziğini anlatıyor. Yeni gerilimlidir ve acı verir.
Beynin eşsiz yeteneği kendini değiştirebilme yeteneğidir. Bu süreç ise acı veren bir süreçtir. İşitme korteksi diğer tüm duyum alanları gibi çok esnektir. … Kemancıların enstrümanlarını akort etmeleri gibi beyin de kendi ses hissini düzenler.
Notaları nasıl işittiğimizi çoğunlukla insan doğası belirlese de, müziği işitmemizi sağlayan şey yetişme tarzımızdır. Üç dakikalık pop şarkısından beş saatlik Wagner operasına kadar kültürümüzün yaratıları bize belli müzik kalıplarını beklemeyi öğretir. Bu basit kalıpları bir kez öğrenince, farklı türlerine de aşırı duyarlı hale geliriz. Beyin çağrışım yoluyla öğrenecek şekilde tasarlanmıştır. Müzik beklediğimiz çağrışımlarla inceden inceye oynayarak etki bırakır, bizi tahminler yapmaya iter ve sonra hatalı tahminlerimizle yüz yüze getirir. … Aslında beyin sapı yalnızca şaşırtıcı seslere yanıt veren bir nöronlar ağı içerir. Bildiğimiz müzik kalıbı ihlâl edildiğinde, bu hücreler dopamin salınımıyla sonlanan nöral işlemeyi başlatır.
Başka bir konu da beyinde salgılanan dopamin meselesi. İki yönlü bir bıçak gibi dopamin. “Dopamin en yoğun duygularımızın kimyasal kaynağıdır; bu bize müziğin özellikle de yenilik ve ahenksizliklere karşı karşıya kaldığında sahip olduğu tuhaf duygusal gücü açıklamakta yardımcı olur.”
“… Fakat dopaminin karanlık bir yönü vardır. Dopamin sistemi dengesiz olduğunda sonuç şizofrenidir. Şizofreni hastaları duyumlar ile zihinsel tahminleri uyuşmadığı için karmaşık işitme halüsinasyonları yaşarlar. Böylece hiç olmadık yerlerde kalıplar icat ederken, var olan kalıpları göremezler.”
Tasarlama süreci içinde devinen öğrencinin her yapmaya çalıştığı kendince yeni bir çözüm kalıbı ortaya koymaktır. Karmaşık kararlar zincirinin bir sonucu olarak ortaya çıkar bu kalıplar. Alışıldık değildir. Hatta saçmadır. En azından deneyimli bir stüdyo gözlemcisi için. Ancak süreç “doğaldır” ve buradan benimsenebilecek yeni bir şeyler ortaya çıkabilir. Buna izin vermeyen bir “ süreç yönetimi” (eğitim metodolojisi) daha başından zihinsel sürecin doğallığını öldürecek, tekrarlanan kalıpları dikte ederek öğrenciye kendi eski kalıplarını (ya da Modernizm’in kalıplarını) belletecektir. İstenen belletmek midir? O halde öğrenci bu doğal süreci ne zaman yaşayabilecektir? Mezun olduğunda mı? O acımasız büro ortamlarında mı? Belirlenimci bir stüdyo ortamında zihinsel arama (tasarlama) sürecini yaşamaktan herhangi bir haz alınabilir mi? Bu adil midir? Ne adına hangi yarar adına yapılmaktadır?
Her birey kendi hatalarından öğrenir. Bunu herkesin bildiği düşünülür. Ancak nedense unutulmak istenir.
Bugün hâlâ olayın diğer tarafındaki büyük çoğunluk için durum anlamsızdır. Amerika’yı yeniden keşfetmek mi? Niye? Bunu söyleyen de aramaya gönüllü olan değil, bu dönemi geçirmiş ve “eskimiş” olandır. Yeni onun için korkutucudur. İnandırıcılığını kendi eski kalıplarıyla korur. Çok mu sert ifade ettim? Bence az bile.
Eğitimciler kendinizi geriye çekin. Bu sürecin muhatabı siz değilsiniz, bu kurgular, bu stüdyolar sizin için değil, sizin öneminiz yok. Hâlâ anlamadınız mı? Siz sadece ve sadece onlar için varsınız. Onlar aramalarını haz içinde sürdürebilsinler ve gelecekte mesleklerini severek yapsınlar diye.Stüdyoda kontrollü tasarlama süreci yerine karmaşık, kendiliğinden, kaotik bir ortamdaki arama süreçlerini doğru dürüst hiç karşılaştırmadık. Bu reddedişin, bilinçli bir reddediş olduğuna inanmak zor. Burada ifade ettiğim, sezgisel, naif ancak içten fikirlerim acımasızca “onarılmak" istiyor. Çünkü biliyorum ki hem haz duygusunu yaşatan ve hem de “stüdyo gözlemcisi” hocanın en üst düzeyde farklı türdeki katkısı ile yürüyen başarılı stüdyo pratikleri var. Bunları seminerlerimizde gözlemliyoruz. Ancak açıkça tartışmıyoruz. Bu baskıcı olmayan katılımın koşullarını daha fazla paylaşmamız gerekiyor. Orada güzel bir şeyler oluyor ve bilmek istiyoruz. Uygulayabilmek istiyoruz.
“İnsan yeniliğin belirsizliğinden nefret edecek şekilde yaratılmıştır. Bu nörolojik tuzaktan nasıl kurtuluruz?” der Lehrer ve devam eder: “Sanata önem vererek. Sanatçı beynin pozitif geri besleme döngüsüne karşı sürekli bir mücadele içindedir, kimsenin daha önce yaşamadığı bir deneyim yaratmak için didinir durur. Şair yeni bir metafor, romancı yeni bir hikaye bulmak için uğraşmak zorundayken, besteci keşfedilmemiş bir kalıbı keşfetmek zorundadır, zira duygunun kaynağı özgünlüktür. Sanat zor olduğunu hissettiriyorsa, bunun tek nedeni nöronlarımızın onu anlamak için esniyor olmalarıdır. Acının kaynağında büyüme vardır. Nietzsche’nin sadistçe dile getirdiği üzere, “Herhangi bir şeyin bellekte kalmak için acı vermesi şarttır. Yalnızca sürekli acı veren şeyler bellekte kalır.”
“Bu yenilik ne kadar eziyet verici olsa da gereklidir. Pozitif geri besleme döngüleri ,tıpkı şu kulak tırmalayan mikrofon gibi, her zaman kendi kendilerini tüketirler. Israrla her şeyi yeni haline getiren sanatçılar olmasa ses duyumuz giderek daralır, müzik özündeki belirsizliği kaybeder, dopamin akışı durur. Böylece yavaş yavaş notalardaki his kaybolur ve geriye yalnızca kolay anlaşılır ahenkli bir ses, yani tamamen kestirilebilir müziğin nazik zırvaları kalır. … Müzik tarihi esasen dinleyicilerin beklentilerine meydan okuma cesareti gösteren sanatçıların hikâyesidir. “
“Stravinski’nin bildiği şudur: Müzik zihin tarafından yaratılır ve zihin hemen her şeyi dinlemeyi öğrenebilir. “
Gertrude Stein, Bilim insanı, yazar - Dilin Yapısı - Sa. 160-186
Stein’in bulgusu şudur: Dilimizin bir yapısı vardır ve bu yapı beynin içindedir. Dilin aldatıcı olduğunu söyler.
“Alışılmadık bir yabancı kelime eklenirse, gramer teklerse ya da alakasız bir lügatten alınmış bir kelime aniden belirirse, cümle adeta infilak eder, bu alakasızlık bizi şok eder ve pasif kabullenme gider.”
William James, The Principles of Psychology, New York, Dover, 1950, cilt 1 sa. 262.
“1956 da Noam Chomsky Stein’in haklı olduğunu söyledi. Kelimelerimiz beyne kök salmış, gözle görülmez bir gramere bağlıdır. Bu derin yapılar cümlelerimizin gizli kaynaklarıdır; soyut kuralları söylediğimiz her şeyi belirler. Kelimeleri anlamlı d,iziler haline getirmemizi sağlayarak, dile sınırsız olanaklar sunarlar. Charles darwin’in ifade ettiği gibi, “Dil bir sanat elde etmek için içgüdüsel bir eğilimdir.” Stein’in sanatındaki deha bize dil içgüdüsünün nasıl işlediğini göstermesiydi”
Stein şöyle diyordu: “şeyleri yeni bir tarzda görmek gerçekten zor, her şey insana engel oluyor, alışkanlıklar, okullar, günlük yaşam, akıl, günlük yaşamdaki ihtiyaçlar, uyuşukluk, her şey engel çıkarıyor, aslında dünyada çok az deha var.”
Şeyleri yeni bir tarzda görmek mimarlık öğretisinin kalbinde olan bir konudur. Bu kendiliğinden tanrı vergisi bir süreç değildir. Öğrenilebilir.
Virginia Woolf – Ortaya çıkan Benlik Sa. 187-212
Woolf’un romanda yaratmak istediği yeni biçim, bilincimizin akışını takip etmek,… “zihin uçuşlarının izini sürebilmekti.
“Fakat zihin ifade edilmesi kolay bir şey değildir. Woolf kendi içine baktığında asla durduğu yerde durmayan bir bilinç görmüştü. Düşünceleri çalkantılı bir akımın içinde akıyordu veher an yeni bir duyum dalgasına yol açıyordu. … Woolf verili bir anda milyonlarca küçük parçacığa dağılmış görünüyordu. Beyni neredeyse hiçbir zaman bütünlük içinde değildi.” Woolf’un sanatı bizi bir arada tutan şeyi arıyordu. Bulduğu şey benlikti “öz” e ait bir şeydi.
“Tek bir durum olmadığını fark etmişti. ‘Hasta olmanın insanı nasıl birkaç farklı insana böldüğünü görmek tuhaf’ diyordu.”
“… romanda- Mrs Daloway kendisini bir araya toplamayı başarır. Kendisini gerçek kılar. Bulunduğu her yerde kendine ait bir dünya yaratır. Bizim de her gün yaptığımız budur. Dağınık düşüncelerimizi ve değişken duygularımızı alır, katı bir şey haline getiririz. Benlik kendi kendini icat eder.”
“Zihni bu şekilde değişken, benliği kendisine rağmen bölünmüş bir şey olarak görmek modernizmin en temel özelliklerinden biriydi. Bunu ilk kez dile getiren Nietzsche olmuştur. …‘benim hipotezim çoğulluk olarak özneldir’ rimbaud ‘ben bir başkasıdır’ diye yazmıştır. William James ise princiles’da benlik üzerine bölümün büyük bir kısmını ‘benliğin değişimleri’ ne, –‘diğer eş zamanlı var olan bilinçlerin’ farkında olduğumuz anlara- ayırmıştı.”
Woolf’un günlüğünde biz ‘kıymıklar ve mozaikleriz, eskiden düşünüldüğü gibi lekesiz, yekpare, tutarlı bütünler değiliz’ diye yazıyordu.”
“Gerçeküstü görünmesine rağmen modernistler beyni doğru algılamışlardı. … sayısız deney sonunda herhangibir deneyimin kısa süreli bellekte yaklaşık on saniye kalabildiği anlaşılmıştır.
Merlin Donald, A Mind So Rare, New York: Norton, 2001, s.13-25.)
Bundan sonra beyin şimdiki zaman algısını kaybeder. Ve bilinci yeniden, yeni bir akışla başlamak zorunda kalır. Modernistlerin öngördüğü gibi, kalıcı görünen benlik aslında birbirinden kopuk anlardan oluşan sonsuz bir geçit törenidir.”
“Dahası beyinde bu kopuk anların birleştiği tek bir yer bile yoktur. … tersine kafamız, hücrelerin hangi duyumların ve duyguların bilinç haline gelmesi gerektiğini kesintisiz şekilde tartıştıkları renksiz bir oturuma ev sahipliği yapar. Bu nöronlar bütün beyne dağılmıştır ve ateşlemeleri zamanla olur. Bu demektir ki zihin bir yer değil bir süreçtir.”
Önemli filozoflardan Daniel Dennett’in yazdığı gibi, zihnimiz ‘uzman devrelerin, paralel krgaşalarında, çeşitli şeylerini yapmaya çalıştıkları, giderayak Çoklu taslaklar oluşturdukları çoklu kanallardan oluşur.
Daniel Dennett, Consciousness Explained, New York Back Bay Books, 1991,s. 253-54.
Bizim gerçeklik adını verdiğimiz şey yalnızca son taslaktır. (Elbette hemen ertesi an tümüyle yeni bir el yazması gerektirir.)”
“dağınık yapımızın en doğu kanıtını beynin şeklinde bulabiliriz. … iki ayrı lobdan oluşur. Her beyinde en az iki adet farklı zihin vardır. Ayrık beyin deneyleri şunu gösterdi: iki lobun da kendine özgü bir benliği vardı, kendi arzuları, yetenekleri ve duyumlarıyla ayrı bir varlıktı. “
Korpus kallosum hepimizin ayrı, tek bir birey olduğu inancını desteklese de, her Ben aslında çoğuldur.
“Bilim ilk kez bilincin beynin sayısız parçalarından birinden değil, bütün beynin mırıltılarından ortaya çıktığı fikriyle yüzleşmek zorunda kalmıştı. .. Sperry’ye göre bizim birlik hissimiz ‘zihnimizin uydurduğu bir hikaye’ydi, benliği iç çelişkilerimizi görmezden gelmek için yaratmıştık. “
“Gayri şahsi duyum her zaman öznel bir deneyim haline gelmekte ve bu deneyim her zaman bir sonrakine akmaktadır. “işte bu süreksiz değişiklikten, her şeye rağmen, karakter ortaya çıkar. “
Peki benlik nasıl ortaya çıkar? Duyularımızdan zihni oluşturan “parçacıklardan, kırıntılardan ve fragmanlardan nasıl mütemadiyen ortaya çıkarız?
Lehrer, Woolf’un dikkat edimi yoluyla ortaya çıktığını fark ettiğini söyler. “Duyu parçalarımızı belli bir bakış açısından deneyimleyerek birleştiririz. Bu süreçte bazı duyumlar görmezden gelinir, bazılarıysa öne çıkarılır. Dış dünya etraflıca yorumlanır. … Dikkat sık sık parçalarımızı bir araya toplar. , benlik de geçici duyuları bir ‘varlık anına’ dönüştürür.” Dikkat yoksa ne olur? Darmadağınık halde kalırız.
“Nasıl bir romancı anlatı yaratırsa, insan da bir varlık hissi yaratır. Benlik sadece bir sanat eseri, beynin kendi dağınıklığını anlamlandırmak için yarattığı bir kurmacadır. Parçalardan oluşan bir dünyada benlik bizim tek ‘temamızdır’- mükerrer, yarı hatırlanan, yarı öngörülen.”
“Modern sinirbilim bugün Woolf’un inandığı benliği doğruluyor. Kendimizi kendi duyumlarımızdan yaratırız. Woolf’un öngördüğü üzere, bu süreç, duyumsal parçalarımızı odaklanmış bir bilinç anına dönüştüren dikkat edimi tarafından kontrol edilir. Bu farklı anları birleştiren kurmaca benliktir: kimsenin bulunmadığı belli belirsiz varlık”
Kendi ürettiği bir proje eskizine bakma edimini alalım. Ne zaman özgül bir uyarana dikkat etsek –örneğin eskizin içindeki merdiven- nöronlarımızın hassasiyeti artar. Bu hücreler artık başka zamanlarda görmezden gelecekleri şeyleri görebilirler.
C.J.Mc Adams, J.H.R. Maunsell, “Effects Of Attention On Orientation-Tuning Functions Of Single Neurons İn Macaque Cortical Area V4 Journal Of Neuroscience 19 (1999), S. 431-41.
“Eskiden görülemeyen duyumlar aniden görünür hale gelir, zira dikkat feneri aydınlattığı nöronların ateşleme oranını seçerek artırır. Bu nöronlar bir kez uyarıldığında, kendileri bilinç akışına giren geçici bir ‘koalisyon’ haline getirirler. Bu veri hakkında önemli olan şey dikkati yukarıdan aşağıya doğru işliyor görünmesidir (bunu sinirbilimdeki adı’yürütücü kontrol’dür). Yanılsamalı benlik nöronal ateşlemede çok gerçek değişikliklere yol açmaktadır.”
Steven Yantis, “How Visual Salience Wins the Battle for Awareness”, Nature Neuroscience 8 (2005): 975-76.
“Adeta hayalet (kurmaca benlik) makineyi kontrol etmektedir.”
Ne var ki benlik dikkat etmezse, algı da asla bilinç haline gelmez. Bu nöronları ateşlemeyi bırakır ve temsil ettikleri gerçeklik diliminin varlığı sona erer.
Proje öğrencisi ortamdaki eylemden uzaklaşıp eskizdeki –merdivene- odaklandığında gerçek anlamıyla kendi hücrelerini değiştirmektedir. Merdiven hakkında, konumu, boyutları, yüksekliği, estetiği hakkında bir farkındalık oluşmaktadır.
Sinirbilimin bildiği bir şey varsa o da makinede bir hayalet olmadığıdır. Yalnızca makinelerin titreşimleri vardır. Kafamızda yüz milyarlarca elektrikli hücre vardır, ama bunlardan biri bile biz değiliz ya da biri bile bizi bilmez veyahut da bize önem vermez. Aslında biz var bile değiliz. Beyin fiziğin acımasız yasalarına mahkûm olan maddenin sınırsız gerileyişinden başka bir şey değildir. … Kurmaca benlikten mahrum olduğumuzda her şey karanlıktır.”
“Benlik kendini bütün olarak hisseder, ama bilim yalnızca parçaları görür.” “İşte sanat burada devreye girer “der Lehrer, …”Sanatçılar bilimcilerin tarif edemeyecekleri şeyleri tarif ederler. Kendimizi kurmaca eserler olarak kavramak kendimizi anlamanın en üstün yoludur. “
“Ne de olsa benlik …bir bütün olarak beynin karşılıklı ilişkilerinden ortaya çıkar.” Bilinç (farkındalık) bir yer değil bir süreçtir.” Biz bir şekilde dikkat anında ortaya çıkarız. Yanılsamalı benlik olmadan tümüyle körüz.”
Yaratıcılık, beyin, tasarlama, eğitim
beyin,
yaratıcılık
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)