7 Mart 2010 Pazar

İçinizdeki Deha 1- Küçük Beden

Tüm canlıların zekâsının keşfi
Frank T. Vertosick Jr, 2008.


Vertosick Jr, Pennsylvania Neurosurgical Society kurucu üyesi, American College of Surgeons üyesi, Çeviren Selma Çetinçift Doğan, Ledo Yayınları 18, 2008.


Vertosick Jr., bir cerrah ve bu kitapta, canlı sistemlerle ilgilenen bir kişi olarak, doğaya ve zekânın anlamına dair yazıyor. Mikrobiyal zihinden hareketle süper organizmalara doğru derinleştiriyor. Bu çeşitli ölçekteki organizmalarda zekâyı tanımlıyor. Yazısına Nietzsche’ den bir alıntı ile başlıyor:

Ve bu sır hayatın kendisi ile konuştu bana göre:
“Bak!” dedi hayat “ben sonsuza dek o kendini aşması gerekenim.”
–Friedrich Nietzsche, Thus Spake Zarathustra, 1883.-


Mikrobiyal Zihin
Genetik seviyede bütün hayat aynı dili konuşur. Kendimize ait genlerin çoğunun diğer türlerde “arazi testi” yapılmıştır ve bizim kromozomlarımıza virüslerce taşınmıştır. Gen mutasyonunu açıklıyor.


Bakteriler arasında o kadar çok genetik bilgi değişimi vardır ki, mikrobiyal alemde “türler” kavramının tamamı anlamının çoğunu yitirmektedir. Sa.29
İnsan başarısı bilginin gelişigüzel karşılıklı değişimine dayanmaktadır; bu karşılıklı değişim sisteme doğrusal olmamayı getirdi ve insan bilgisinin doğrusal yerine katlanarak büyümesine izin verdi.

… genellikle doğrusal olmamak sisteme büyük karışıklık getirir.
… doğrusal olmayan sistemleri anlaşılması güç yapan aynı karışıklık, ayrıca onları işlerin yapılması için adeta sihirli bir beceriyle donatır. İnsan beynini de içeren her ilginç makine doğrusal olmayan davranışa dayanmaktadır.


Birbirleriyle etkileşen doğrusal olmayan varlıkların gruplarında ortaya çıkan karışık davranışlar ayrıca beliren özellikler olarak adlandırılır. Sa. 31
Bakterilerde evrimleşme işleminin de evrimleştiğini görmekteyiz, ama bu bir sürpriz olmamalı; evrim yaşayan işlemlerin her halini geliştirmeyi hedefler, buna kendileri de dahildir.
(Nietzscche’yi hatırlayın: “Bak!” dedi hayat “ben sonsuza dek o kendini aşması gerekenim.”)


Evrimin geleneksel görüşü hala doğrudur, ama sadece birinci dereceden işlemleri temsil eder; genetik değişimin tamamen doğrusal şeklini. Milyarlarca yıldan sonra, bakteriler doğrusal evrimlerine hipermutasyon, karşılıklı gen değişimi ve hücreler arası işaretleşme gibi yüksek seviyeden bileşenler eklemeyi öğrendiler.
Başarılarının anahtarı iletişimdir; çünkü iletişim, tıpkı insan iletişiminin bilgiyi katlanarak ortaya çıkarması gibi, bakterilerin de değişimi katlanarak meydana getirmesine olanak verir.

Ve şimdi Darwinci adaptasyonun iletişim kuran networklerle sergilenmesine bir ad veriyoruz: Zekâ.


Genetik adaptasyonun modern görüşü sadece bireylerarası rekabeti değil, işbirliğini de göz önüne almalıdır. (teknik olarak, rekabet de işbirliğidir; negatif işbirliği ve bu rekabeti iletişimin yararlı bir şekli kılar.) … Sinir hücreleri hem bir diğeriyle rekabet eder hem de işbirliği halindedir. Sa 40-41.
… bu destandaki genler, enzimler ve bakteriler çok daha büyük toplumsal mekanizmanın, mikrobiyal zihnin çark dişlileridir.

Bağışıklık zekâsı
Mikrop hafızası beynimizde değildir, bunun yerine bağışıklık sistemi denilen alternatif bir canlı bilgisayar formu ile tamamen değişik bir tür beyinde yer alır. Bağışıklık sistemi, vücudun dokuları arasına yayılmış milyarlarca akyuvardan oluşan çok büyük, şekli olmayan bir organdır. Bağışıklık sistemi bizim küresel mikrobiyal zihne yanıtımızdır; mikroskobik âlemde dolaşırken bize hem bir tercüman hem de koruma görevlisi olarak hizmet verir.

Mikrobiyal zihin gibi, bağışıklık sistemi de farklı gerçekleri kaydedip hatırlamaktan daha fazlasını yapmalıdır; ayrıca geçmiş deneyimlerden tahminde bulunmalı ve yeni durumlara bu deneyimleri bir rehber olarak kullanarak tepki vermelidir. Sa.54.
Bağışıklık sistemi kalıpları öğrenir ve sonra kalıpların tanınmasını kullanarak yeni tehditlere karşı zeki tepkiler vermede ustalaşır.

Bizlerin hayatın motivasyonunu değişik bir yolla gördüğümüzü öneriyorum ve canlıların hayatta kalmayı değil sosyalleşmeyi aradıklarını kabul ediyorum. Bu bağlamda, sosyalleşmeyi, beliren davranışlar gösteren kaynaşmış bir gruba dahil olmak üzere bireyin arzusu olarak tanımlayacağım. Hatırlayın ki beliren davranışlar, bir toplumdaki üyelerin sinerjik etkileşimlerinden adeta sihirli bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Sa. 56

Beliren davranışın kısmen hayret verici bir örneği de insan bilincidir. Sa. 57. …bilinç bir diğerine bağlı olan milyarlarca nöronun kesinlikle doğru yolda “belirmesi”dir. Beyin şekilsiz gözükebilir ama gerçekten girift örgülü bir toplumdur. Doğru beliren özellikleri gösterebilmek için –bakteriler, nöronlar ya da insanlar tarafından kurulmuş olsun- bir toplum basitçe parçalarının toplamından daha fazlası olmalıdır.

Gelin bu bulgu ve düşünceleri stüdyo uygulamasına aktaralım; stüdyonun yüz yüze ortamını haklı kılacak birkaç türlü yansımasını görüyorum. Birincisi, bireylerin sinerjisi ile çeşitli davranış örüntülerinin “belirdiği” doğurgan bir ortam olması durumudur. Bu saptama stüdyonun potansiyelini fark etmemize yardımcı olur. Bu ortamı rahatlıkla yaratıcı bir tasarlama ortamına dönüştürmek ya da tasarlama becerilerini engelleyici bir ortama dönüştürmek aynı biçimde mümkün görünüyor. Beyin fırtınası teknikleri, karşılıklı tartışmalar, eleştiriler tümü bu amaca yönlendirilebilir, ancak bu yönelişin yöntemini çağdaş biçimde yeniden tanımlamak gerekecektir. Çünkü Vertosick’in söylemiyle

İnsan başarısı bilginin gelişigüzel karşılıklı değişimine dayanmaktadır; bu karşılıklı değişim sisteme doğrusal olmamayı getirdi ve insan bilgisinin doğrusal yerine katlanarak büyümesine izin verdi. …genellikle doğrusal olmamak, sisteme büyük karışıklık getirir. … doğrusal olmayan sistemleri anlaşılması güç yapan aynı karışıklık, ayrıca onları işlerin yapılması için adeta sihirli bir beceriyle donatır.


İşte stüdyoda bu beceriyi ortaya çıkarmalıyız. Önceki stüdyo uygulamalarında doğrusal, sıralı düşünmeyi eğitim modeli olarak tanımlayan metotlar kullandık. Bugünkü bilgi düzeyimiz doğru davranmadığımızı gösteriyor. İnsan zihni de insanların oluşturduğu topluluğun kolektif zihni de bu şekilde hareket etmez. Bu yaklaşımın işin doğasına aykırı olduğunu öğrendik. Esnek yapı, bulutsu bir doğurgan durum yaratıcılık eğitimi için daha elverişli koşullar sunuyor. Bu konuyu bir kez daha ele alacağım: Gary Small ve Gigi Vorgan’ın Modern Beynin Evrimi: E-Beyin, 2008 kitabını irdelerken.


Bu düşüncelerin stüdyodaki ikinci tür yansıması ise, bu ortamda bireylerin zekâlarından bağımsız, ancak onların bir türevi (uzantısı) olarak, bir tümel zekânın- bilincin- ortaya çıkmasıdır; birlikte bir dil oluşturduğumuz, bu dille iletişim kurduğumuz, birbirimizi anladığımız, dışarıdan gelen uyarılara bu zekâ ile tepki verdiğimiz, tek vücut davranan bir tümel topluluk –toplumsal kimlik, toplumsal benlik- Stüdyo paylaşımcıları arasında beliren davranışın örüntüleri .

Hatırlayın ki beliren davranışlar, bir toplumdaki üyelerin sinerjik etkileşimlerinden adeta sihirli bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Vertosick Jr. Sa. 56. Beliren davranışın kısmen hayret verici bir örneği de insan bilincidir. Sa. 57. …bilinç bir diğerine bağlı olan milyarlarca nöronun kesinlikle doğru yolda “belirmesi”dir.

Diğer yandan, bu topluluk içindeki ortam bireylerin rekabet ettiği ortamdır. Bu da bireysel zihni ve bilinci geliştirir, topluluk içinde daha … (yaratıcı, yönetici, sevilen, sayılan, eğlenceli vb) olmak için birey bilinci rekabete girer ve kendini geliştirir.

Genetik adaptasyonun modern görüşü sadece bireylerarası rekabeti değil, işbirliğini de göz önüne almalıdır. (teknik olarak, rekabet de işbirliğidir; negatif işbirliği ve bu rekabeti iletişimin yararlı bir şekli kılar.) … Sinir hücreleri hem bir diğeriyle rekabet eder hem de işbirliği halindedir. Vertosick Jr., Sa 40-41.

Yine ana metne dönelim, bakalım stüdyolarımız ve yaratıcı beyin hakkında başka neler farkedeceğiz.


… bilinçli bir insan elde etmek için insan beynindeki sosyal yapı tanımlanmış bir mimariyi takip etmelidir. Ve bu mimari –bütünü oluşturan nöronları bir araya bağlayan “kablo şeması”- sinirsel toplum için bir tasarıyı meydana getirir ve bir beyinden ortaya çıkan beliren özellikleri tanımlar. Genel bir mantıkla, zekâ ve bilinç, geniş bir grubun mimarisinden gelen tamamen beliren sosyal özelliklerdir. Canlı sistemler arasındaki fark, derece farkına dönüşmektedir.; prensip farkına değil. Sa. 57.

Rekabet ve işbirliği bu toplumun içinde birlikte vardır. …beyinde nöronlar öğrenme işlemi sırasında rekabetçi şekilde diğer nöronları engeller. Pozitif ve negatif kuvvetlerin dinamik etkileşimleri gerçek bir toplumu kararlı tutar ve beliren davranışlarında ustalaşmalarına yardım eder.


…Makromoleküllerin eski balçıklardaki yoğunlaşmasından World Wide Web deki modern zihinlerin amalgamına dek, hayat ebediyen bağlanır ve genişler. Sosyalleşme ihtiyacı genlerin varlığından önce gelmiştir, genlerin kendileri sosyalleşme işleminin bir ürünüdür. …Hayat sadece hayatta kalmak değildir, o her zaman yeni özellikler göstererek büyümekte ve karmaşık duruma gelmektedir.

Şu anda sahip olduğum genler doğarken bana kalıtımla geçmiş olanlardan farklı mıdır? Evet, en azından bazıları farklıdır. Evrim ayrıca kana susamış bir rekabettir, sadece en uygun genetik çeşitlerin ayakta kaldığı, hayatta kalmak için ölümcül bir savaştır. Ben bunları yazarken içimde bir “en uygunun hayatta kalması” anlaşmazlığı mı çözülüyor? Evet.

İçsel evrim fikri kulağa garip geldiği kadar doğrudur da. Genetik olarak ben kırk beş yıl önceki insan değilim. Ben evrimleştim ya da daha kesin olarak, benim vücudumu ablukaya almış mikrobiyal dünyanın genetik şekillenebilirliğine adım uydurabilmek için, benim bağışıklık sistemim evrimleşti.

Enzim Bilgisayarı
Bu kitabın başlangıcında, tam olmayan bilgi verildiğinde (psikolojide Gestalt), canlıların doğru bir kalıbı tanıması yeteneğini, kalıpların tanınması kavramını tartışmıştım. Kalıpların tamamlanması kolayca networklere gelir; çünkü onlar problem çözmek için çevre görünümü yaklaşımını kullanırlar. Çekici bir vadinin en alt kısmı bir problemin mükemmel çözümünü temsil ediyorsa, bir networkün bu mükemmel çözüme ulaşmak için tamamlanmış bilgiyle başlatılması gerekmez. Başka bir deyişle, vagonun orada sonlanması için bir vadinin en dibine boşaltmamız gerekmez; sadece vagonu vadiye yakın bir yerde boşaltmalıyız ve o kendiliğinden oraya yuvarlanacaktır. Eğer sağlanan mükemmel olmayan bilgi doğru çekicinin yanında networkü başlatmak için yeterli ise network, tepeden aşağı yuvarlanırken boşlukları doldurarak, kendiliğinden doğru çözümle ortaya çıkacaktır. Bir pop melodisinin birkaç notası doğru melodiye yakın olarak beynimi başlangıç durumuna getirmeye yeterlidir; melodinin vadisine inerken, beynim kayıp notaları tamamlayabilir. Kalıpların tamamlanması hafıza ve problem çözmede e-yüzey yaklaşımının beliren özelliğidir.

Her öğrenciye doğruyu (tasarlama yönelimini) basa basa anlatmak gerekmez. Eğer yarı anlaşılmaz biçimde ipuçlarıyla donatırsak ve bu şekilde aktarırsak, kendisi, kendince doğru bir sonuca ulaşacaktır; ki bu da bireylerde olması beklenen, istenen tasarım çeşitliliğini ortaya çıkarır.

Diğer taraftan stüdyodaki proje grubunu bir ağ olarak düşünürsek ve ortak tasarlama süreci deneyimini ele alırsak akla şunlar gelir: Grubun üyelerine istenen problem çözme davranışına yönlendirici başlangıç notalarını aktarabilirsek, ortak tasarlama deneyimlerinde kendiliklerinden bir sonuçta buluşacaklardır. “Ya o ya da bu” durumu yoktur. Eğer görüş farklılıkları varsa iki ayrı sonuca giden iki ayrı ağa doğru bir dönüşüm yaşanır.

… çevre görünümü belli bir zamanda networkün “bildiği” her şeyi temsil eder. Zeki networkler için öğrenme davranışı, geçmiş deneyimlerle çeken vadileri oluşturarak ya da değiştirerek, sürekli olarak çevre görünümü arazisini modifiye eder. Başlangıçta bihaber bir network düz bir görünüme sahiptir. Network deneyim kazandıkça, pek çok çekici havuzunda bu deneyimleri depolamak için görünüm batar ve çıkar. (Bükülmüş evren teması gibi) canlı bir bilgisel çevre görünümü tipik olarak dinamiktir, networkün öğrenmesine cevaben zaman içinde değişmektedir. Bazı durumlarda –beyne bağlanmış olan davranışsal içgüdüler gibi (herhalde motor güdüleri tarif ediyor) – network topografisinin bir parçası önceden programlanır ve bu nedenle daha sonraki modifikasyonlara maruz kalmaz. Sa. 130.

Klonlama ve genetik araştırmalarından elde edilen sonuçları kastederek bu buluşlar bütün şüphelerin ötesinde kanıtlıyor ki bir kas hücresi ve bir nöron arasındaki devasa farklar, ne genetiktir ne de kalıcıdır. Her biri geçici olarak farklı bir rol almakta olan kas hücreleri ve sinir hücreleri, vücut olarak bilinen dikkatle hazırlanmış sahne temsilinde tam anlamıyla, basit bir biçimde aynı hücrelerdir. Bir hücrenin fiili görünümü ve fonksiyonu onun “fenotipini” belirlerken bir hücrenin kromozomal donanımı onun “genotipini” belirler. Farklılaşma bir kuantum olayıdır. Sa. 133. Farklılaşmanın gri gölgeleri yoktur. Ya odur ya da öteki. … bir hücre değişik fenotipik hallerde bulunabilir ama hâlâ aynı hücredir. Hücrenin esas kimliği –genotipi- belirli bir zamanda hücrenin yer aldığı fenotipik vadiden bağımsız olarak aynı kalır. Vücudumun içindeki yaklaşık 100 fenotip (kas, sinir, kemik vb) benim eşsiz tek genotipimin yalnızca farklı sabit halleridir. …Bir hücrenin DNA sı o hücrenin ne şekil alacağına hükmetmemektedir. Sa.135.

Yang ve um
Organik ve inorganik dünyaların her ikisi de benzer doğaya sahiptir ve aynı doğal kanunlara tabidir.
-Leonardo da Vinci, Notebooks, Circa, 1518.


Tüm doğuya özgü felsefelerin temel prensibinin dualizm (ikilik) , yani dünyanın zıt kutuplarının dinamik bir dengesi olduğunu öğrendim. Yang (Kore bayrağında kırmızı, ısının ve tutkunun sembolü) ve Um (mavi, soğukluğun ve durgunluğun sembolü) arasındaki sınır dalgalıdır, düz değildir ve rekabet eden kuvvetlerin daima –değişen ara yüzeyini sembolize etmek için bu şekilde (S şeklinde) biçimlendirilmiştir. Dünya (bu ikilikler) …arasında sabit bir şekilde bölünmüş değildir. Zıtlıklar arasındaki sınırlar sabit bir akış halinde var olur ve bazı durumlarda hiç de kolayca tanımlanamayabilirler. (Kuantumdaki “gri hal yoktur ya orada ya burada” kuralını hatırlayın.)
Dalgalı çizgi dünyamıza nüfuz etmiş belirsizlik ve gürültüyü ifade etmektedir. Sa. 157-158.

Büyüklerin dünyası ile küçüklerin dünyası arasındaki dualizme; kuantum ve yerçekimi dualizmine gönderme yapıyor. Bu ölçekler arasındaki durumu şöyle açıklıyor:
Beliren bir özellik, küçük bir ölçekte etkileşim halinde olan pek çok bireyin toptan hareketinin neticesi olarak sadece büyük ölçekte ortaya çıkar. Hayatı anlamak için belirmeyi anlamalıyız.

Büyük bir grup içinde “beliren davranışlar” iki şekilde saptanır: 1) grubu oluşturan nesnelerin doğası ile ve 2) grup içindeki nesnelerin bir diğeriyle ve dış dünyayla etkileşimi yoluyla.

Grup üyeleri arasındaki etkileşimlerin doğası, grubu beliren bir bütün olarak anlamak için anahtar rol oynar. Vücudumu bireysel hücrelere ayırın ve her hücreyi hayat destekleyici besinle dolu ayrı bir test tübüne koyun. Teknik olarak hiçbir parçam ölmedi; ama ben var olmayı bıraktım. ...Hayatım olarak bilinen mevcudiyet hücrelerin kendileri tarafından tanımlanamaz ama hücrelerin bir arada bağlılığı ile tanımlanır.

Varlıkların nasıl bağlandığı ve nasıl bir diğeriyle etkileşim kurduğu, büyük ölçekte ne şekilde beliren sistemler olacaklarını saptar. … Hayat ve zekânın her ikisi (benim düşünceme göre, ayrılabilir olmayan mevcudiyetler)doğrusal olmayan şeylerden oluşan geniş grupların beliren özellikleridir. Bunların neler olduğu ve nasıl etkileştikleri grubun beliren karakterini saptar. Sa. 162.

İster transistörlerden, ister hücrelerden ya da tüm organizmalardan oluşsun, zeki kümeler karışık bilginin kalıplarını öğrenmeye ve analiz etmeye onları muktedir kılacak bir yolla bağlanmalıdır. Son bölümde böylesi kümelere (bilgisayar alanından gelen terimle) networkler –ağlar- olarak atıfta bulunmaktayım.

Networkler –Ağlar- Genel
· Networklerin neyi nasıl yaptıklarını (ve neden bu kadar temel olduklarını) anlamak için bir network modelini detaylıca keşfedeceğiz. Hopfield (fizikçidir) networkünü.
· Networkler ilerledikçe kendi kurallarını türetirler. Sa.167.
· Networkler yapısal olarak sağlamdır. Büyük bir networkteki tesadüfi nöronsal bozukluk toplam performansı etkilemeyecektir.
· Networkler özellikle kesin değildir. Gürültü ile rahatsız edilebilir. (denge durumu bozulabilir.) sa.176
· Networklerin doğasında yer alan gürültü üretici amaçlar için koşulabilir. (kullanılabilir) sa. 177
· Bir networkteki tüm bağlantılar eşit değildir. (Bağlantı Ağırlık Değerleri farklıdır.)

(i)büyük sayıda, (ii) anında etkileşim kuran, (iii) iki kararlı hali olan (1 ve 0, ya da kuantum halleri) mevcudiyetlerin kümesi bir networkdür. Bu mevcudiyetler her şey olabilirler, bir sinir hücresi ya da bir insan.
· Networkü oluşturan mevcudiyetler arasındaki bağlantılı ağırlık değerleri zamanla sabitlenmez. Her mevcudiyet diğerlerinden bir şeyleri (örneğin fikirleri) alır ve küçük küçük diğer mevcudiyetlere dağıtır. Ve fikirler zaman içinde farklılık gösterir. Bir mevcudiyetin fikri onun kendi deneyimleri ve onun fikirlerini istediği diğer mevcudiyetler tarafından şekillendirilen dinamik bir oluşumdur. (ifadeyi biraz ben de değiştirdim)
Alkış örneğindeki gibi başlangıçta bir konser anındaki tek tük kararsız alkışlar giderek daha kararlı bir tempoya dönüşür. Ağ içinde “beliren davranış” ortaya çıkar.
· Network teorisinde öğrenme, bağlantılı ağırlık değerleri matrisindeki değişimlerle eş anlamlıdır. Canlı zeki networkler- ağlar- harici eğitilmeye yanıt olarak bağlantı ağırlık değerlerini modifiye ederler.

Manyetik kristaller zamanın sonuna dek aynı şekilde etkileşim kuracaklardır ama canlı networkler arasındaki etkileşimler sürekli olarak evrimleşmektedir. Beynimin nöronları arasındaki bağlantılar zamanda bu noktada… şu anda sahip olduklarım değillerdir. Bu kısa cümleyi yazma hareketinin t kendisi kafamın içinde hücreler arasındaki sosyal dinamikleri sonsuza dek değiştirmiştir. Bir network nasıl olur da harici deneyimleri iç- bağlantı ağırlık değerleri değişimine çevirir?

Hebb, nöral devrelerde en sık kullanılan bağlantılar olarak tesir eden hafızaların tekrarlayan eğitimler sırasında pekiştirildiği varsayımında bulundu. Hebb kuralı kronik olarak aktif nöronların beyin içerisinde küçük gruplar ya da sosyal kulüpler kurarak kendi müşterek bağlantılarını sağlamlaştıracaklarını ileri sürmektedir. Network harici bir veri kalıbını öğrendikçe, bu gruplar bu kalıbın dahili görünüm ya da haritasını oluşturmak üzere bir araya gelecektir. (tekrar Gestalt) bir Hebb tarzı network dış dünyayı yansıtan bir şekilde kendini organize eder. Networkü ilk kurduğumuzda ağırlık değerlerini gelişigüzel olarak atarız. (Beynin kullanılan sinaptik bağlantılarının güçlenerek kalıcı belleğe-hafızaya işlenmesi ve kullanılmayan nöral-snaptik bağlantıları ise budanması- silinmesi olgusunu açıklıyor.)
· Her yeni deneyim networkün E-yüzeyini kendi ihtiyaçlarına uyacak şekilde değiştirir.

Sonunda yeni deneyimler eskilerle karışmaya başlayacaktır. Eğer değişik hafıza vadileri çok yakın hale gelirse, network hatalar yapmaya başlayacaktır. İlgiç olarak yeni vadiler E yüzeyde herhangi bir yere zıplamazlar. İki vadinin depoladığı bilgiler ne kadar benzerse, E yüzeyde o kadar yakın olacaklardır. Çok geniş E yüzeyler içerdikleri bilgi tipine göre coğrafi olarak organize edilecektir. Beynimin E yüzeyinin Beatles bölgesinde, beni hatalara eğilimli kılarak melodiler birbirinin üzerine biner onlar karıtırabilirim ama Beatles ile Aeron Coplandı karıştırmam.
· Bir network içindeki hafızanın adresi bir anlama ya da içeriğe sahiptir. Networkler hafızaları o hafızanın içeriğine göre organize ederler.
· Bir networkteki bilgi, networkün bağlantı ağırlık değerleri ile tanımlanan dahili bir enerji çevre görünümü olarak depolanır.
· Networkler kararlı hallerinde kalmayı sever. Sa.281. Bir networkün kararlı bir halden sıçraması bir seferde pek çok şeyin yanlış gitmesine ihtiyaç duyar. Bütün bir organizmayı başka bir kararlı hale –örneğin canlılarda hep beraber başka bir türe- sıçratmak çok daha fazla eş zamanlı değişikliğe ihtiyaç duyar.
· Networkler, dış kalıpları öğrenme işlemi sırasında, nöronlar ve onların bağlantı ağırlık değerleri tarafından oluşturulan iç kalıpları eşleştirerek hatırlar. Karmaşık bir görevi iyi bir şekilde bir kez öğrendiğimizde, onu nadiren tamamıyla unuturuz.

Bu kitap tüm canlı toplulukların network hesaplama paradigması içinde çalıştığını kabul etmektedir; onları evvela canlı yapan şey budur.
devamı gelecek

6 Mart 2010 Cumartesi

ŞEYLERİ BAŞKA TÜRLÜ OKUMAK-ÇOKLU ANLAMLAR

Bükülmüş uzay ve gezegenler - dört boyut
"yerçekimi kuramı" ve Einstein'in "görelilik kuramı"

Bir sebze filesi, çeşitli ölçeklerde uzay-zaman-mekân fikrinin derinliklerini anlamaya, mimarca kavramaya çalışırken karşıma çıktı. Renkli küreler anahtarlık, kolye, dekoratif her türlü şey için üretilmiş ucuz ama sevimli keçe topları. Bu anlama, yeniden okuma ve yorumlama serüveninde onlar da yerlerini aldılar.

Bize fizik öğretmemiş olduklarını anladım. Hatta bize kavramayı da öğretmemişler. Öğretseler de, bu günkü istekliliğimle benimser miydim bilinmez.

Oysa evren kadim, insanın merakı ise eski, kuramlar da öyle...

Önce Newton'la başladık, "yerçekimi kuramı"; sonra Einstein, eski dille "izafiyet teorisi" ya da "görelilik kuramı", "özel görelilik", "genel görelilik"; ardından "kuantum fiziği" ve çeşitli yorumları, ve sonra "sicim kuramı", en nihayetinde "M kuramı" ya da "herşeyin kuramı".

Zaman ve mekân algım, öğrendiğim /gezindiğim kuramdan kurama değiştikçe, nesnelere verdiğim anlamlar da, fizik bilimine verdiğim anlam da değişim geçirdi.

Fizik bilimi bir yana, sebze filesi bundan böyle bükülmüş bir uzay, keçe topları da çeşitli gezegenler, yıldızlar kısaca binlerce gökcisminden birkaçı, her cisim kendi çevresindeki uzayı bükmüş. Birlikte uzayda genişleyerek yol alıyorlar.

Bükülmüş uzaylar-çok boyut (uzamış boyutlar x,y,z ve zaman boyutu dahil 11 boyut)

işin bu denli basit olmadığı sicim kuramı ile belirdi. Evrenin en küçük parçacığının noktasal değil de sicim benzeri boyutlu olduğunu ve sürekli titreştiklerini varsayan bu kuramla boyutların sayısı arttı. Her gün kullandığım banyo lifi girdi sahneye. Hâlâ hoş kokular, bol köpükler saçarak banyo lifi işlevini başarıyla sürdürüyor. Ama ne çok boyutu var! Beyin yapısı gibi girift ve kitapta anlatılan uzayın yapısını andırıyor. Kuantum fiziğinin önerdiği paralel evrenleri, çoklu evrenleri, negatif evrenleri unuttum; kendi evrenim bile yeterince heyecan verici.



SEÇENEK ÖMRÜ UZATIR

“Efes’teki Antik bir Roma evinin yeniden ev olarak kullanıma dönüştürüldüğünü bir hayal ediniz. Ya da eski bir spor salonunun bir konuta dönüştüğünü, ya da eski bir endüstri yapısının konut olarak sunacağı mekânsal olanakları. Boğaza bakan bir apartmanın altındaki garaj?, bir sığınak?, bir duvarın içindeki eski bir kovuk?
Hayal gücünüzü zorlamıyor mu? Bu ve benzeri mekânlar sanatçıları uyarıyor, mimarlarımızı da uyarmasını umalım.“


Tasarlamada seçenek üretmenin önemi üzerine düşünceler
Nur ESİN

Düşüncelerimi olgunlaştırmada bana öncülük eden, yol gösterenim, değerli Hocam Prof. Dr. Mahir Vardar’a teşekkür ederim.

Giriş

Mesleğimizi sevmek için o kadar çok nedenimiz var ki... Mimarlık eğitimi dünyamızı genişletti. Etrafımıza bir başka bakar olduk. Önce kendimizi sonuna kadar savunmayı öğrendik; sonra karşımızdakini eleştirmeyi; ardından, eleştirilmeyi ve kişiliğimiz olgunlaştıkça içimizdeki kendimizi okumayı öğrendik, ya da öğreniyoruz, yoksa hâlâ öğrenemedik mi? Ya dışımızdakini, bizi biçimlendireni, parçası olduğumuz bütünü ne zaman okuyacağız? O derin algılayışların sınırına ne zaman uzanacağız? Ve bu kavrayışı tasarlamada ne zaman uygulayacağız?

Bu yazı bir çeşit öz eleştiridir. Parçası olduğum bütünün içindeki yerimi sorguluyorum. Ben mimarım, ben kullanıcıyım, ben mimarlık öğrencisiyim, ben politikacıyım. Mimarlık eğitimcisi olarak verebildiklerim benim kavrayışımla sınırlı. Kullanıcı olarak dünyam yaşayabildiklerimle sınırlı, yani bana sunulanlar ya da ulaşabildiklerimle...

Bir dost “Seçenekler ömrü uzatır.” dedi ve şöyle devam etti: “...insanoğlu birşeyler arasından seçim yaparken var olduğunu hisseder.”

Seçenekler mimarlara çok aşina. Uğraşı alanımız içinde neredeyse hergün seçenekler üretmek var. Seçenek üretmeyi eğitimde ve uygulamada mesleğimizin bir gereği olarak gördük, ancak yaşamsal gerekliliğini ve önemini belki de yeterince algılayamadık. İnsanlar üzerindeki bu denli güçlü ve önemli etkisinin farkına varamadık.


Seçeneklerin yaşamsal önemi

Seçenek, çeşitlilik ile elele giden bir kavramdır. Matt Ridney, Genom isimli kitabında “insan türündeki çeşitliliğin genomun en büyük mesajı olduğunu söyler (Ridney 1999, s.302). Bir şekilde genom, hem diğer insanlarla paylaştığımız ortak özelliklerden, hem de kişiye özgü eşsiz deneyimlerden sorumludur (s.181). İnsanın doğasının getirdiği çeşitliliği, çevresel belirlenimcilikle -yeni deneyimlerle- artırabilir; kişiliğinde, davranışlarında, seçimlerinde hatta hastalıklarında her bireyin eşsiz, benzersiz yapısını okuyabiliriz. Bireyin benzersizliğini farkettiğimizde, onlara mimarlar olarak sunduğumuz yaşam çevrelerinin tekdüzeliği bizleri dehşete düşürmeli.

Seçenekler sunulması bireyin -diğer insanın- önemsenmesi demektir. İnsanoğlu’nun gerçekten yaşadığı anlar önemsendiği anlardır. Seçenekler sunan mimar müşterisini önemser, kullanıcısını önemser, öncelikle de kendisini önemser.

Diğer yandan seçenek üretme, değişiklik ve değişme kavramlarının da bir bileşenidir, hatta olmazsa olmazıdır. Değişmek yaşamda olmanın, yaşıyor olmanın gerçeğidir. Yeni deneyimler değişime yön verir. Yeni deneyimler var olana eklenen yeni seçeneklerdir aslında, yeni öğrenme biçimleri ile, hayatı yeni okuma biçimleri ile ortaya çıkarlar. Bu okuma biçimleri arasından yapacağımız seçimlerle hayatın gelişimine hizmet ederiz. Yeni seçimlerimiz yoluyla yeni ve daha derin anlayışlara ulaşırız. Bu süreç başlangıcı sonucuyla bütünleşik, gidiş-gelişli, dinamik bir süreçtir. Yaşamsal önemi olan bir döngüdür. Senge ve arkadaşları (2004), tüm öğrenmelerin düşünme ve uygulamayı bütünlediğini belirtmektedir:

“... Tüm öğrenme bizim dünya ile nasıl bir etkileşim içinde olduğumuzla ve bizim etkileşimlerimizin sonucunda hangi kapasitelerin açığa çıktığı ile ilgilidir. Farklı olan şey, farkındalığın derinliği ve bir sonraki hareketin kaynağıdır. Eğer farkındalık asla yüzeysel olayların ve mevcut koşulların ötesine geçmezse hareketler tepkilerden ibaret olacaktır. Öte yandan “var olanı” yaratan büyük bütünleri görmek için daha derine nüfuz edersek, hareketlerimizin kaynağı ve etkinliği büyük ölçüde değişir.” (Sange, Scharmer, Jaworski ve Flowers, 2004, Sa. 20).

Herbirimiz yeni deneyimlerimizle gelişiriz, benzersizleşiriz. “Beynin deneyim ile değişebilen bir makina olduğu genlerde yazılmıştır. ...Öğrenilmiş anıları kaydetmek için (beyinin) sinapslar(ı) değişim gösterir... (Ridney 1999, s.260) Jeff Hawkins, beynin yapısını ve işleyiş mekanizmasını araştırdığı kitabında, dünyayı anlama yolumuzun her zaman değişken olan girdi akışlarındaki sabit yapıları bulmak olduğunu söylemektedir:

“Bununla birlikte, bu sabit yapı keskin öngörüler yapmak için temel oluşturmada yeterli değildir. Kesin bir öngörü yapmak için beyin, sabit yapısının bilgisini en yeni detayları ile birleştirmek zorundadır... beyniniz sabit yapısının hatırası ile o anki deneyimlerinizin özellikleri arasında bir birleşme yaparak bunu gerçekleştirir” (Hawkins, Blakeslee 2007, s.99).

Bu gerçekten hareket edildiğinde, insanlara seçenekler sunulması, onlara yeni deneyimler sunmakla eşdeğerdedir. Tasarlama eğitiminde mimarlıkta geçerli olan düşünceleri, kendimizce mimarlığın sabit yapılarını öğrencimizle paylaşırız, ancak öğrencinin asıl gelişimi kendi deneyimleri ile bu düşüncelerin yeniden zihninde yapılandırılmasında yatar. Bu nedenle mimarlık öğrencileri sabit bilgi kalıplarına değil, mimari kişiliklerini oluştururken seçimler yapabilecekleri zengin düşüncelere ulaşmalıdırlar.


Seçeneği Üretecek Olan Bireydir

Seçeneği üretebilen değişimi de başlatabilme şansını yakalar. Seçeneği üreten bireydir ve onun bireysel çabaları zaman içinde büyük değişimlere yön verir. (Kelebek etkisini hatırlayınız). Düşünceyi daha da öteye götürecek olursak, tek tek bireyler olarak bizler de, bir diğer kişi için yaşamın seçenekleriyiz. Yaşama varlığımızla çeşitlilik ve zenginlik sunuyoruz ve diğerlerinin bizlere sunduğu bu zenginlikten yararlanıyoruz. Çoğu kez bir konuda kararsız kalmak sizi üzüyorsa bir de şöyle düşünün: Ya ortamda hiç karar verilecek bir durum olmasaydı, hiç fikrimiz sorulmasaydı, seçme şansımız bulunmasaydı, başkalarının biçimlendirdiği yaşamlara mahkûm edilseydik? ...

Ya mahkûm eden bizlersek? ...

Mimarca konuşmak gerekirse, mekânsal deneyimlerimiz bizlere bizim gibilerce (mimarlarca) sunulur. Bizler (mekânı kullananlar) onları geliştirir, değiştiririz. Bir bireyin diğerine kabul ettirmeye çalıştığı değerleri, onun için tasarladığı yaşam modeli, dikte ettirdiği düşünceleri eğer diğerine bunun dışında olma şansını tanımıyorsa onu yaşamdan kopartır. Çağımızın yarattığı birçok psikolojik/zihinsel problemin temelinde bu gerçek yatar. İsyan duygusu - isyan edememe - ağır gelen baskı ve - nihayet depresyon.

"Ruh hali, zihin, kişilik ve davranış, aslında toplum tarafından belirlenir, fakat bu, aynı zamanda biyolojik olarak belirlenmeyecekleri anlamına gelmez. Davranış üzerindeki sosyal etkiler, genlerden protein üretiminin başlatılıp durdurulması üzerinden çalışır. Yine de doğuştan gelen türlü kişilik tiplerinin olduğu ve sosyal etkiye nörotransmitterler aracılığıyla verilen cevabın, insandan insana değişiklik gösterdiği açıktır.” (Ridley 1999, sa.193)

Üniversite topluluklarında önde gelen kişilerde, dış etkiye cevap olarak üretilen bir beyin kimyasalı olan “seratonin” miktarının yüksek olduğu, fakat pozisyonlarını kaybettiklerinde, seratonin seviyelerinin de düştüğü bulgulanmıştır (Ridley 1999, sa.193). Demek ki tasarımcıların mutlu ya da mutsuz insanlar yaratabileceklerini varsaymak hiç de yanlış olmaz.

Bugünün meslek dünyasında tasarımcının kendisi de, eğitiminden mesleki etkinliklerine özgür seçimlerinin doğrultusunda gelişebilecektir. Eğitim tarzını seçecek, mimari yaklaşımını seçecek, hatta kimin için tasarlayacağını seçecek denli zengin ortamlarda bulunabilmelidir. Çağdaş eğitimin yönelimi yavaş da olsa bu doğrultudadır.


Tasarlamada Seçenekler Üretmek

Seçenekler tasarımcılar ve tasarım eğitimcileri için arama sürecinin ayrılmaz motifleridir. Tasarımda arama süreci sancılıdır, ironik biçimde tasarımın en zevkli ve eğlenceli aşamasıdır. Bu aşamada seçenekler üretir, onları eler, yeniden günyüzüne çıkartır, bir daha değerlendiririz. Arama süreci bitip bizler/tasarımcılar kendi seçimlerimizi yapınca, olay bizim için sonlanır oysa başkaları için, öğrencimiz için, kullanıcımız için, müşterimiz için daha yeni başlar. O halde bu arama sürecinin karar verme ve seçme zevkini neden öğrencimizle, kullanıcımızla ya da müşterimizle de paylaşmayalım?

Seçenek olgusunun tasarımdan etkilenenler için kuşkusuz çok çeşitli yansımaları vardır. Bunları tartışmak ve seçenek üretme olgusunu daha geniş bir bakışla, hakkını vererek değerlendirmek gerekir.

Sınırlı rasyonellik kavramını geliştiren tasarım düşünürü Herbert Simon (1969), insanın sınırlı sayıda seçenek üretiğini söylüyor. İnsan olası seçeneklerin tümünü üretmeyi hedefleyen “rasyonel davranış” yetisinden doğal nedenlerle yoksundur. Beyinde süregelen eleme süreci, onu sınırlı sayıda seçenek üretmeye yöneltir. Bu eğilim, insan zihninde “gestalt” ın yapılandırılması ve yoğun arama süreci sonunda zihnin tekrar denge konumuna gelebilmesi için bir çeşit zorunluluktur. Çalışmalarımı bir dönem çok etkileyen ancak referansını hatırlayamadığım eski bir araştırmada Y.lisans adaylarının alan seçeneklerinin sayısı ve nedeni sorgulandığında ortaya çıkan ilginç sonuç şaşırtıcıdır: Öğrenciler genelde seçenekleri ikiye indirmişler. Bunlardan biri onların asıl istedikleri, diğeri de istediklerinin ne denli haklı olduğunu ortaya koymak üzere geliştirdikleri yardımcı/sanal/olasılığı düşük seçenek. Bu sonuç akla şu soruyu getiriyor: Seçenek üretmeye çalışmak bir aldatmaca mı?

İnsan beyninin bu yöndeki sınırlama eğilimine karşın, eğitim sürecinde yine de öğrencilerimizin seçenekler üretmesini bekleriz ve isteriz. Bunun nedeni çözümün tek olmadığı tasarım gibi bir alanda, öğrencinin seçenek yaratabilme yönündeki mesleki yetisini geliştirmektir. Gerçekten de tasarımda tek çözüm, tek doğru yoktur. Özellikle herşeyin butik çözümlerle kişiye özelleştirilmesinin beklendiği günümüz tasarım dünyasında seçeneksizlik yoklukla eşdeğerdir. Siyah ve beyazın yetmediği dünyamızda yaşam tonlardadır. Herne kadar güncel modanın etkisiyle asal renkler ve biraraya gelişleri değişirse de, “tonların varlığı” değişmez, bu bir gerçekliğe dönüşmüştür. Bireylerin, bireyselliklerini ortaya çıkaran bu zengin tonlardır.

Seçenek üretebilmek gerçekte neredeyse zihinsel gelişimin en üst seviyelerinde bulunan bir beceridir. Seçenek sözcüğünün eş anlamları ve yan anlamları izlendiğinde bu kavramsal algılayışın uzandığı boyutların zenginliği şaşırtıcıdır (Tablo 1)



Tablo 1. Microsoft XP İng. Thesaurus dan “alternative (seçenek)” sözcüğünün kavramsal ilişkiler ağı


Tasarlamada seçenek üretme becerisi beraberinde karar verme, yargılama, sonuca varma gibi paralel zihinsel etkinlikleri de gerektirir. Seçenek üretebilmek için beyinde bir dizi yorumlama, analiz etme ve sentez olarak birleştirebilme, olasılıkları hesaplama, öngörülerde bulunma, mantık yürütme işlemleri gerçekleşir. Tüm bu entelektüel zihinsel işlemler, olgunlaşmış bir düşünce sistematiği içinde mümkün olabilir.

Tasarlama eğitiminde çok saydığımız ve onlardan çok şeyler öğrendiğimiz bazı değerli hocalarımız, bu anlayışın tersini ispatlarcasına stüdyoda bazı sabit kalıplı eğitim yöntemleri uyguladılar. Bazılarımızı onların uygun bulduğu olası mimari çözümü bulmak üzere yönlendirdiler. Buna usta-çırak eğitimi adı verildi. Ustanın da tek seçeneği yoktu aslında, olası seçeneklerden kendine uygun olanı vardı. Ve eğitici bir kez kendi uygun çözümünü buldumu, aramayı kesip bunu öğrencisinin de bulmasını sağlamaya çalışıyordu. Beklentisi kendi arama sürecini yaşamak olan ve yeni eğitime başlayan bir tasarımcı için ne büyük acımasızlık. Çoğu mimarlık öğrencisi, isyanı sonucunda ciddi acılar çekti. Bunun sonucundan mıdır, yoksa yaşam başka bir yöne doğru mu akmaktadır bilinmez, bugün usta-çırak eğitim modeli tümüyle terk edilme yolundadır. Ancak eğitimcinin ve usta tasarımcının seçenekler konusundaki sorumluluğu bitmemiş, tersine yeniden ve daha derinden başlamıştır. Şimdi ustanın çok seçenek arasından kendine yakın olanı bulabilmesi için öğrencisine, müşterisine, kullanıcısına yol göstermesi beklenmektedir. Bu yaklaşım zaman içinde akademisyenler arasında paylaşılan, etik bir değere dönüşmüştür.

Uygulamadaki yol gösterme de, tasarım eğitimindeki yol gösterme de, bir çok bireysel çelişkiyi ve güçlüğü içerir. İlk güçlük kimlik çelişkisidir: Mimari kimlik-müşteri tatmini çelişkisi. Tasarımcının kendi mimari kimliği, müşterinin beklentisi ve mimarisinde /binasında okunmasını istediği kimliği. Müşteri odaklı kalite sistemleri ortaya çıkalıberi, müşterinin istediği mi? mimarın istediği mi? sorusu gündemdedir. Çok önceleri bir tarihte Phillip Johnson, bir dergi yazısında kendisini müşterisinin isteklerini yerine getiren bir hayat kadınına benzetmişti. Onun eserlerini inceleyince, gerçeği söyleme cesaretine sahip bu mimarı kendimce kutladım. Yine ABD de ziyaret ettiğimiz bir mimari firmanın yetkilileri, bu iç tutarlılığı yakalayamadıkları için firma kimliğinin kaybolmaya başladığını ifade ettiler. Onlara göre bu durum mimari kaliteden ödün vermek anlamına geliyordu ve tasarımcılarda büyük tatminsizlik yaratıyordu. Dışardan bir “tasarımcı” mimarı, firma kimliğini gözetebilmek için şube ofislerindeki projeleri denetlemekle görevlendirmişler. Buna yol açan etmenler çok sayıda tasarımcı mimarın kendi kimliklerini yansıtmaları olduğu kadar, müşteri isteklerinin etkisiyle tasarımcıların onaylamadıkları tasarımları üretmeye yöneltilmesiydi (Akın, Esin Uluoğu, 1996).

İkinci güçlük “seçenek” anlayışına hatalı bakışta yatar. Kendi iç tutarlığını oluşturamayan tasarımlar seçenek olarak kabul edilemezler. Tasarlama eğitiminin ana amacı, “öğrenci tasarımcı”nın iç tutarlılığı olan özgün tasarımını geliştirmesine yardımcı olmaktır. Seçenek adına hızla üretilen, beyin fırtınası ürünü düşünce parçacıklarından oluşan, düşünce bütünlüğü taşımayan, tarz bütünlüğü, malzeme bütünlüğü, detay bütünlüğü taşımayan, her bir parçası başkasının tasarımıymış gibi duran, geliştirilememiş, acemi tasarımlarla mücadele ederiz.

Diğer taraftan, seçeneği olmayan “sözde mimar”, kendi “doğrusunu” müşterisine zorlayarak kabul ettirmeye eğilimlidir. Bunu mimari kimliğini koruma adına yapar. “Beni seçen bana gelir” mantığı, sığ düşünen seçeneksiz tasarımcılar için ne yazık ki ömrünü doldurmuş bir mantıktır. Oysa belirli tarzı olan bir mimar bu tarzını farklı tasarımlarında aynı tutarlılıkla ortaya koyabilmektedir. Bu iç tutarlılık onun mimari kimliğini, imzasını oluşturur.

Seçenek üretmek bu güçlüklerin aşılmasında çözüm olarak bir kez daha gündeme gelir. Yeni ve çağdaş tasarımcıya seçenek üretebilme becerisi önemli oranda rekabet gücü kazandırır. Seçenek üretmek kimlikten taviz vermek değildir. Kendi çizgisinde farklı tasarımlar üreten, yarışmalar kazanan genç mimarlarımızın sayısı giderek çoğalmaktadır. Bazen çizgi o denli tutarlı ve okunaklıdır ki, diğer yarışmacılar arasında kimliğini gizlemesi zorlaşır.

Müşteri tatmini kavramı ve mimari kimlik çelişkisi de yine bu seçeneklilik anlayışında çözümlenir. Sizin çizginizde müşterinizi tatmin edecek birkaç çözüm üretme olanağınız vardır, yeter ki tutarlı seçenekler üretin ve müşterinize seçme şansı tanıyın. Çoğu kez ilk önerileri mimarıyla birlikte irdeleyen müşteri, mimarının bakış açısını ve kendisininkini değerelendirebilme şansını yakalar. Tasarımın ardındaki mantık zincirini algılar ve çözüm arama zevkini mimarıyla paylaşır.


Kentte Seçeneksiz Mimari Çözümler

Günümüzde kentimizi kaplayan çok vurucu, düşündürücü bir görüntü, aynı tasarımın defalarca yinelendiği, çoğu kez kağıt üzerine baskı tekniğiyle üretildiği izlenimi veren konut yerleşmelerinin görüntüsüdür. O sevgili dost bana bu sözleri böyle bir görüntü karşısında söylemişti.

“Sizler bu denli çeşitlilikten uzak, seçeneksiz çözümler mi sunuyorsunuz?, Seçeneksizlik sunan mimarlar mı yetiştiriyorsunuz?, Seçenek ömrü uzatır, bilmiyor musunuz?”.

Bu sorulara ve hergün kentlerimizde algılamakta olduğumuz, yeni yerleşmelerde birbirini tekrar eden konut birimlerinden oluşan görüntülere verilecek yanıtımız var mı? Orta halli konut kooperatifleri kadar, en iyiye örnek gösterdiğimiz yerleşmeler de aynı manzarayı sunmuyor mu?

Yeni yerleşmelerde karşı arayışları da görüyoruz. Yeni kentleşme yaklaşımı bu görüntülerden arınmış, doğa ile iç içe ve daha organik görünüm sergileyen yerleşme planlamalarını yüreklendiriyor. Çok sayıda konutun hızlı üretilmesi gerekliliğinin yaşandığı bir acil durum sürecini yavaş yavaş geride bırakıyoruz. Üretilen “lüks konutlar”ın potansiyel müşterileri, çözüm seçeneklerinin daha fazla olduğu yerleşmelere yöneliyor. Ümidimiz bu tasarlama yaklaşımının sadece lüks olanlarla sınırlı kalmamasıdır. Bu yönelimde öncelikle mimarlara ve biz eğitimcilere sorumluluk düşüyor.

Atılması gereken öncelikli adım, sunulan konut yerleşmelerinin daha duyarlı bir gözle, sundukları seçenekler açısından değerlendirmek olabilir. Çözümlerine yeni başlayacak birçok mimarı bu bulgular olumlu yönlendirecektir.

Çeşitlilik karmaşa değildir. Aynı dili konuşan, birbirlerinden oldukça farklı bir dizi eski yapı yakın çevrelerimizde yanyana gelerek bütünlük oluşturabilmiştir. Şimdi bu zenginlikten neden kolayca vazgeçtik?


Toplumsal Değişimin Yönü: Toplumdan Bireye

Çağdaş kentlinin günlük yaşamı kentin sunduğu çok çeşitli etkinliklerle zenginleşmiştir. Eğitim ve iş yaşamı nüfusun büyük bir bölümünün gün içindeki saatlerinin önemli bir bölümünü doldurmaktadır. Ancak artan oranda “ev-büro” (home-ofice) türü işler ortaya çıkmakta, hatta bazı şirketler çalışanları için ayrıca ofis tutmak yerine, onların kendi evlerinden işlerini idare etmeleri seçeneğini gündeme getirmektedirler. Sadece iş hayatı düşünüldüğünde, evin anlamının geçtiğimiz kısa dönem içinde iki kez değişim geçirdiğini söylemek yanlış olmaz. Birincisi vaktin büyük bölümünün iş ortamında geçtiği bir çalışma dönemi -halen toplumun büyük kesimi için durum budur-; ikincisi ise evin yeniden, osmanlı toplumunda olduğu gibi aynı zamanda bir iş yerine dönüşmesi. Çok yeni bir gelişme olmakla birlikte Internet teknolojisi bunu olanaklı kılmıştır. Eğitim yaşantımızda giderek video üzerinden uzaktan eğitim seçenekleri üzerinde deneysel çalışmalar yapılmaktadır). Eğitim hizmetlerinin (Avustralya’nın kırsal yerleşimlerinde temel eğitim hizmetlerinin sunulması), sağlık hizmetlerinin (Japonya’da yaşlıların kalp ölçümlerinin uzaktan gözlenmesi örneği) belki de bir bölümü, eve kadar ulaşan bir sisteme dönüşecektir. Kentli kadın uzun bir süreden buyana çalışma yaşamı içindedir. Evinde ve işinde ikili bir yaşam sürmektedir.

Konutlarımız ailenin bir araya geldiği özel bir mekân olmanın ötesinde, sosyal etkinliklerimizi gerçekleştireceğimiz ve bu etkinliklerin çeşitlerinin giderek artacağı yarı özel sosyal mekânlara dönüşmektedir. Konutun bu sosyal içerikli istekleri karşılayamaması durumunda, etkinliklerin alanlarının daha da genişletebilmek için, parasal olanağı bulunanlar, bahçelerin geniş terasların kullanılabileceği yerleşmeleri/konutları tercih etmektedirler. Bu tercihin nedeninin sadece çocuklar bahçede büyüsün nostaljisi ile ilgili olduğu görüşünde değilim. Bu seçimin sadece statü göstergesi olduğu kanısında da değilim. Kentlinin sosyal yaşamı düşünüldüğünde, bu görüşler klişe ve çok sığ kalmaktadır.

Mahremiyet kavramı da dönüşüm geçirmektedir. Aile içinde çocuğun mahremiyeti o denli baskındır ki, bu gereksinim, konut planlarında zorunlu olarak değişime yol açacak gibi görünmektedir. Aile tiplerindeki, büyük ataerkil aile yapısından çekirdek aileye geçiş olarak özetlenebilecek ailenin küçülmesi yönündeki büyük değişim, uzunca bir süredir bilinmektedir. Toplumumuza yakın zamana kadar yabancı olan, bağımsız bireylerin birarada yaşadığı öğrenci evleri ya da bekâr genç çalışanların evleri (İng. room-mates) özellikle Anadoluda üniversite kentlerinde yaygınlaşmaktadır. Bu yeni konut paylaşma biçimleri, yeni örgütlenmeleri de beraberinde getirerek, konutları bir çeşit bakımlı, ortak butik otelciklere dönüştürmektedir. Diğer taraftan halen popüler medyanın konusu olan, toplumun onaylamadığı yaşam biçimleri birer sosyal gerçekliktir. Ayrı yaşamayı seçen, ayrı evlerinde oturan istediklerinde biraraya gelen, sosyal ortamlarda birlikteliklerini sürdüren, bireysel mahremiyetlerini korumaya özenen çiftleri sıkça duymaktayız.


Bu ve benzeri sosyal oluşumlar toplumlarda giderek artmaktadır. Yine klişeleşmiş bir bakış bu oluşumları toplumun yozlaşması olarak yorumlasa da, sosyal olgulara bu denli sığ yaklaşmamak gerekir.


Çağdaş sosyologlar Ulrich Beck ve Elisabeth Beck-Gernsheim (2002) , toplumlardaki en küçük birim olan ailenin, bireyin “bireyselleşmesi” (İng. individualism) ile değişim geçirdiğine değinmekteler. “Bireysellik” bize anlatıldığı anlamda olumsuz, bencillik içeren bir değer değil, tam tersine bireyin kendisinin farkına varmasıdır. Ancak kendisinin bilincinde olan bireyler diğerlerinin de farkında olabilirler. Bu yaklaşım, bireysel haklar, özgürlükler, mahremiyetler, aile içi ve toplum içi ilişkiler için de geçerlidir. 1960 ların 70 lerin “toplumcu” ruhu yerini “bireysel” ruha bırakmaktadır. Bundan böyle çocuklarımıza kendi haklarına ve özgürlüklerine sahip çıkmayı öğreteceğiz, ve diğerlerinin haklarına da saygı göstermeyi. Toplumun bir kısım bireyleri yaşamdaki bu çalkantı ile sancılar çekmekte, toplumun geri kalan çoğunluğu ile uyumsuzluklar göstermektedir. Bireyler daha önyargısız ve daha anlayışlı olmak zorundadır. Toplum değişmektedir. Bireyler değişmektedir. Mimarlık bu değişime seyirci kalma ya da onu eski kalıplarla yargılayıp yönlendirme lüksüne artık sahip değildir.


Konutta Seçeneğin Anlamı

Bugün topluma sunulan yeni konut şemaları incelendiğinde, özellikle bireyin yeni gereksinimlerine yanıt verebilecek konut tipleri bulmakta güçlük çekiyoruz. Antik, en eski ve eski konut şemalarına baktığımızda daha çok seçenek bulabiliyoruz.

Bu değerlendirmeleri yaparken elimizdeki teknolojik olanaklar aslında bizi güçlü kılmakta, dün yapılamayanlar bugün artık mümkün görünmektedir. Sadece yeniden kullanım anlamında değil, yeni üretilen mimariler anlamında da 3. boyutta (mekân) ve 4. boyutta (zaman) yeniliklere gereksinim duyuyoruz. Üstümüze gelen tavanlar, içi boş duvarlar, dışarıyla hiç ilişki kuramayan iç mekânlar, ürküten aynılık.

Mekânlarımızda seçeneklere gereksiniyoruz. Seçeneklerle uğraşmak, teknolojinin çok sayıda çözüme olanak tanıdığı bir dünyada çok da kolay görünmüyor. Tasarımcı ve kullanıcılar olarak alışkanlıklar elimizi tutuyor, düşüncemizi sınırlıyor.

Klasik mahremiyet ölçütleri ile tasarlarken, mahremiyet kavramının kendisini sorgulamaya geri döndüğümüzde, neyin mahrem olduğunu bir kez daha sorduğumuzda, yeni çözümler ortaya çıkartmak olası. Belki bu yolla hatalı mantıksal çıkarımlarımızı bulabiliriz ve ayıklayabiliriz. Kendimizi, düşüncelerimizi, beynimizdeki veri yapısını güncelleyebiliriz.

Banyo görsel mahremiyet nedeniyle dış gözlerden yalıtılmış bir mekân olmalıdır. Ses mahremiyeti nedeniyle ses yutucu bir bölme ile ayrılmalıdır. Bu önermeler mimarlık eğitiminde bizlere öğretilen bilgi parçalarıdır ancak mutlak doğrular değildir, olamaz. Bu iki mantıksal çıkarsama, sonuçta uç tasarlama hatalarına kadar bizi götürebilmektedir. Banyolar: Dışardan tümüyle yalıtılmalı, ıslak birimler birarada daha kolay çözülebildiğinden hepsi aynı mekâna toplanabilir, bu mekân plan şemasında dışarıya açılmayan kör noktalara yerleştirilebilir. Sonuçları birlikte düşünelim: Işık bile almayan, çoğu yapay havalandırılan gerçekten de “ıslak” mekânlar; WC penceresi denilen, amacı belirsiz, boyutu ve duvardaki konumu nerede ise kesinleşmiş delikler, ki bu delikler bahçe içinde villalara bile bu haliyle yerleştirilebilmekteler. Temizlik kolaylığı nedeniyle yerde süzgeç, ya su taşarsa? Ancak suyla temasımızın temizlik teknolojilerindeki gelişmeler sonucunda banyo küveti ya da duş teknesi dışında neredeyse yeniden biçimlendiğini unutuyor muyuz?

Mekânı ısıtma adına soba kullanılırken geleneksel Anadolu evindeki sofalı şemanın bir benzeri kullanılırdı. Sonra her mekân ayrı ayrı ısıtılabilince konut kompartmanlara bölündü. Sonunda mekânlar öyle ayrıştı ki, anne, baba, çocuk istemezlerse birbirleri ile hiç karşılaşmadan yaşayabilirler. Konut yaşamı artık onlara “salondan” başka biraraya gelebilme seçeneği sunmuyor? Salon ise şu andaki tasarımı ile hiçbir aile bireyine hiçbir eylem seçeneği sunmuyor. Evin bir ucundaki herhangi bölünmüş bir odadan farksız. Kendi içinde alt mekanlar barındırmıyor. Çocuğun odasından çıkmasını teşvik edici hiçbir unsur yor. Ayrıca bu şema iklimden bağımsız ve her yerde aynı. Örnekleri çoğaltmak olası.

Peki ne istiyoruz?

Çok açık:

Yeni olasılıklar, mekân kullanım potansiyelleri, anlamlı boşluklar, değiştirebileceğimiz düzenleyebileceğimiz geçişler, alt bölgeler, sıra dışı açılımlar, evin içinde dış mekânı yaşayabilmek, kullanımda marjinalleşebilmek,

Kısaca: SEÇENEKLER... SEÇENEKLER...



Kaynaklar-Göndermeler

Akın,Ö.,Altaş (Esin),N., Uluoğlu,B. (1996), "Quality of Architectural Service in the Project Management Process”, Journal of Architectural and Planning Research JAPR, Vol.13, No.1, pp. 63-90.

Beck Ulrich, Beck-Gernsheim, Elisabeth (2002) Individualization, Almanca’dan İngilizceye çeviri Patrick Camiller 2001, London: Sage Publications.

Hawkins, Jeff, Blakeslee, Sandra (yardımcı yazar)(2007), Zekâ Üzerine, (On intelligence) Çev. Zeynep Esin, Pegasus Yayınları İstanbul.

Ridney, Matt (2007), Genom, Bir Türün Yirmi Üç Bölümlük Otobiyografisi, Çevirenler Mehmet Doğan, Rivan Taşçı, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, İstanbul 2007. (Orjinal Yayın: Genome. The Autobiography of a species in 23 Chapters, 1999).

Senge,P., Scharmer,C.O., Jarowski,J., Flowers, B.S. (2007), Şimdi Burada (Özgün ismi ve basım taihi: Presence, 2004), İstanbul: GOA Basım Yayın ve Tanıtım Hizmetleri San. Tic. Ltd. Şti.

Simon, Herbert A. (1969), Sciences of the Artificial, Cambridge MA: MIT Press.


Nur Esin'in Kısa Özgeçmişi 

1980 den bu yana İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Mimarlık Bölümü öğretim üyesidir. Mimari tasarım stüdyolarında görev almakta, tasarlama psikolojisi üzerine dersler vermektedir.

Güncel ilgi alanları mimari tasarım süreci, mimari tasarım eğitimi ve tasarlama / düşünme psikolojisidir.

Önceki çalışmalarına kalite konusuna eğilmiştir. Mimarlık bürolarında tasarım sürecinde kalitenin algılanışı ve yorumlanışı üzerine araştırmaları vardır. Toplu konutta kullanım sonrası değerlendirme ve mekân kalitesi, kullanıcıların kalite algısı üzerine çeşitli araştırmalara katılmıştır.

3 Mart 2010 Çarşamba

Mimarlık Eğitiminin Geleceği: 2010 ve biraz daha ötesi*

Nur ESİN

(*) MİMARLIK VE EĞİTİM KURULTAYI IV de sunulmuş, kitap içinde yayınlanmıştır. Kurultay Teması: Mimarlık ve Eğitimi Süreklilik ve Değişim, 7-9 Kasım 2007, ODTÜ Mimarlık Fakültesi, Ankara

Açıklama ve Özet

Bu bildiri dünyada mimarlık eğitiminin ve genel anlamda eğitimin önümüzdeki elli yıl için uzanabileceği boyutları araştırmak üzere kurgulanmıştır. Büyük ölçüde enformasyon teknolojisinin ve genetik teknolojinin hızlı gelişimi paralelinde insan bilimlerinde, doğa bilimlerinde, fen bilimlerinde yaşananan değişime ve bu gelişmelerin toplumu ne yönde değiştirdiğine/değiştirebileceğine referans vermektedir.

İlk bölüm yakın geleceği anlatan bir kurgudur. Brockman’ın 2002 de derlediği ve yayınladığı, çeşitli alanlardaki bilim insanlarının öngördüğü gelecek elli yıl senaryolarına dayandırılarak hazırlanmıştır. Eğer bu kitabı okuduysanız -üzerinden 5 yıl gibi gelişim için uzun bir zaman geçmiş olan- bu bölümü atlayabilirsiniz.

İkinci bölüm ise bu kitapta belirtilen değişime/ kurguya/ senaryoya mimarlık eğitiminin nasıl hazırlanabileceğini öngören bir düşünce egzersizidir. Değişimin beraberinde getireceği pratik sorunlara yanıtlar aranmaktadır. ‘Zaten böyle yapıyoruz’ diyorsanız bu bölümü de atlayabilirsiniz. Ancak yorumlarınızı ve deneyimlerinizi lütfen bizlerle paylaşın.

Yararlanılan/Aktarılan Kaynak:
Brockman, John (Editör) (2007), Gelecek 50 yıl: 21. Yüzyılın İlk Yarısında Hayat ve Bilim, çev. Nurettin El Hüseyni, Orjinal adı: The Next Fifty Years: Science in the first half of the Twenty-Century, John Brockman 2002, NTV Yayınları, İstanbul: Mas Matbaacılık.



Geleceğe Bakış

Gelecek aniden ortaya çıkmaz, yaşananlar içinde belirtileri vardır. Bunları görebilenler, doğru soruları sorabilenler, yeni yanıtları arar ve değerlendirirler. Öngördükleri bu belirtilere göre önce mütevazi, sonra iddialı düşünceleri ve uygulamalarıyla geleceğe, yeni yaşamlara yön verirler. Aşağıdaki bilim insanları kendi alanlarındaki gelişimlere ışık tutuyorlar. Meslek alanımızın çok hızlı bir dönüşüme açık olduğundan, tüm bu temel alanlardan doğrudan etkilenmekteyiz ve tümünün de mimarlık ve eğitimiyle yakından ilgili olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bu giriş bölümü, belkide çoğumuzda var olan farkındalığımızı pekiştirmek üzere oluşturulmuştur. Bilimsel gelişme alanlarında bu amaçla gezineceğiz.

Brian Goodwin
İngilitere’de biyoloji profesörü “Kültürün Gölgesinde” isimli makalesinde, bilimsel gerçeklikte öznelliğin ve bilime “nitelikler bilimi” olarak bakabilmenin önemi üzerinde duruyor (sa.47-58). Goodwin bu bakışını, Lovelock ve Margulis’in 1974 de ortaya koydukları “Gaia” hipotezine atıfla oluşturmuş. ‘Gaia’ eski Yunan toprak tanrıçası ve hipoteze dünyanın canlı olduğuna gönderme yapan bu isim verilmiş. Gaia Hipotezi, “hayat sırf yeryüzündeki verili koşullara uyum sağlamakla kalmaz, aynı zamanda da hayata uyumlu olmalarını sağlayacak şekilde koşulları değiştirir” demektedir. Hayatın pasif değil aktif ve katılımcı olduğunu belirtiyor. Bu nedenle de duygulara, iç dünyalara, öznel değerlendirmelere önem vermemiz gektiğini söylüyor.

“ ... bilimin daha yeni gelişmeye başlayan bir aşaması söz konusudur. Duygular ve nitelikler konusunda böyle bir perspektifi çok daha ileriye taşıyan bu değişim niteliklerin konumuyla ilgilidir. Gözlemlenen şeyin sırf öznel değil, gerçek ve nesnel konuma sahip olduğu sonucuna götüren mutabakat. Gelişmekte olan şey bir “nitelikler bilimi”, bilim camiasının geçmişte bilim alanının ötesinde saydığı böyle (öznel) değerelendirmeler üzerinde mutabakata varmayı sağlayacak bir yöntemdir.

... niceliklere dayalı mevcut bilimimiz bize gezegenimizin bütün sakinlerinin ihtiyaçlarını karşılamaya yetecek kadar mal üretme becerisini sağlamştır; ama bizi dünya genelinde hızla gerileyen bir nitelikle karşı karşıya bırakmıştır. Mevcut bilimin gölgesinde, nitel değerlendirmeyi günlük hayatımızdaki, yani yargıların nitelik kadar niceliğe de dayandığı alandaki yerine tekrar çıkaracak bir nitelikler biliminin bileşenlerini görmek mümkündür. Bu gelişmenin yanısıra duyguların sırf bize değil, doğanın geri kalan kesimine de özgü olduğunun kabulü bize bilimsel bilgi, teknoloji, kurumsal ve siyasal girişim açısından çarpıcı düzeyde dönüşüme uğramış bir olanaklar dizisi sunuyor.

... Bilimsel perspektifte bu ölçekte bir değişim öyle bugünden yarına gerçekleşecek birşey değildir. Hatta hiç gerçekleşmeyebilir de. Böyle bir değişim temel düzeyde, insan bütünlüğünü sağlamak üzere bilim dallarının ve güzel sanatların birleştirileceği, bilimsel ve teknolojik karar alma süreçlerinde sivil toplumun bütün mensuplarının katılımının zorunlu kılınacağı ve bilginin sorumlu edimle tekrar bir araya geleceği yeni eğitim biçimlerini gerektirir.”


Geofrrey Miller,
“İncelik Bilimi”, New Mexico Üniversitesinde evrimci psikolog.
Batı toplumlarındaki teknolojiden olumsuz etkilenme ve yeni ve daha olumlu açılımları özetliyor (sa.97-106).

“ ... On dokuzuncu yüzyılın iç gözlemcileri kendilerine odaklandılar, başkalarını unuttular ve zengin bir iç dünyayı tanımladılar. Yirminci yüzyılın davranışcıları kendilerini unuttular, başkalarına odaklandılar, öğrenme ve hesaplama temelinde ham bir insan doğasını tanımladılar. Yirmi birinci yüzyılın psikologları insan bilincinin en gelgeç, havai ve kararsız dışa vurumlarının bile sinir ve genetik imzalarını göstererek, benlik ve ötekiler arasındaki ve öznel ile nesnel arasındaki bu ayırımı yıkacak. Sonuç insanlara dönük daha insanca ve kapsayıcı bir bilim olmalı.”

“... kısacası hem Batı kültürü hem de Batı psikolojisi yirminci yüzyılda Amerikanlaştı. Daha kapsayıcı ama daha az incelikli, yöntem bakımından daha nesnel, ama sonuç bakımından daha az insani hale geldi. Ayrıca bireylere sosyal, cinsel ve ailevi ilişkilerinden sıyrılarak atomlaşmış birer yabancıymış gibi odaklandı. Son olarak, reklam ve propagandaya hiç düşünmeden verilen basit tepkileri açıklamada ve değerlendirmede daha etkili hale geldi.; ama muğlaklık, hayal gücü, empati, ahlâki yargı ya da estetik ayrımla ilgili her türlü bilinç haline açık olmaktan uzaklaştı. Psikoloji, davranışları analiz etme ile bilinci anlama arasında, ampirik geçerlilik ile öznel doğruluk arasında seçim yapma zorunluluğunu benimsedi.

Önümüzdeki elli yılda bu varsayımın yanlışlığının kanıtlanacağı görüşündeyim. Yeni teknolojiler çok daha geniş bir yelpazeyle insanın öznel deneyimlerini doğrulama potansiyeli taşıyor...”

... “Teknoloji geliştiğinde ve gen ifadesini gerçek zamanda izleyebilecek hale geldiğimizde, psikolojik karmaşıklığa ilişkin yeni bir dünya önümüzde açılacak. Modern sosyal durumlar ve bunların genetik evrimle sağladığı davranışsal yetiler arasındaki uyuşmayı görebileceğiz. Ayrıca ‘insan doğasının ve eğitimin birbirinden ayrılmaz olduğu’ yolundaki bulanık zırvanın ötesine geçeceğiz ve belirli durum, düşünce ve duyguların belirli genleri harekete geçirişini ve tersine işleyişi daha berrak göreceğiz.”

“...Nörolojinin insan bilincine özgü daha fazla inceliğin haritasını çıkarmasıyla birlikte bu inceliklerin (düşünce ve duygu inceliklerinin) daha kolay kabul edilmesi ve değer görmesi ilişkilerimizin ve toplumumuzun yararına olacak.”


Mihaly Csikszentmihalyi
Macar asıllı çok yönlü bir bilimci. Makalesi “Mutluluğun Geleceği” ismini taşıyor (sa.107-118). Biyolojik çeşitlilik ve insan genomuyla oynama konusunda şu görüşü belirtiyor.

“ geleceğin büyük ölçüde öngörülemez olması nedeniyle, en iyi strateji kendimizi mevcut koşullar çerçevesinde en iyi görünen bir düzene kıstırmak yerine, yeni duruma uyum sağlayıcı çözümlerin doğabileceği potansiyellerden oluşan değişken bir havuza sahip olmaktır.

Eğer insan genetiği mühendisliği piyasa güdümlü olursa, en yoğun seçici baskı büyük ihtimalle mutlu çocuklar üretmek yönünde olacaktır. ... eğitim, para, güzellik ve zekâ aracıyla ulaşmayı umduğumuz şey budur.”

... ne tür insanlar yaratacağız? Makine ve bilgisayarlarımızın ete kemiğe bürünmüş kopyaları mı? Yoksa, kozmosa açık bir bilince sahip varlıklar, geçmişte benzeri görülmemiş yönlerde neşeyle evrim gösteren organizmalara mı? Psikoloji ikinci doğrultuda ilerlemeye dönük belirtiler göstermektedir. ...”

Bilincin devingen doğası ve anlaşılması üzerine şunları söylüyor:

“Bilincin kendine özgü bir gerçekliğinin olduğunu kavramak (da) önemlidir. Daha az karmaşık sistemlere uygun bir çerçevede analiz etmeye başladığınız anda, bu gerçeklik derhal ortadan kalkar. Herşeyden önce bilinç, zaman içinde halleri sürekli değişen açık bir sistemdir. ... Birinci zaman ile ikinci zaman arasında meydana gelen şey, söz konusu dakika içinde bilincime giren her türlü ses, görüntü, duygu ya da tasarının düşünce ve duygularımı tamamen yeni ve öngörülemez bir seyre yöneltebilmesidir.”

David Gelernter
Evrimci psikoloji ve genetik bilimi çalışmalarının yanısıra, bilgi teknolojilerindeki olası en uç değişimleri de tanımlayan bir bilimci/ yazar David Gelernter, Yale’de bilgisayar bilimi profesörü ve Mirror Worlds Technologies şirketinin baş bilim uzmanı. “Işınla bağlantıya girmek” isimli makalesinde kurduğu senaryo teknoloji elverdiğinde, gelecek için çok da uzak görünmüyor (sa.255-268).

“Enformasyonun standart şekli, enformasyon ışını adını verdiğim bir biçim olacak. Işın, kitap kadar önem kazanacak. Kitabuın yerini almayacak; siber-dünya için karşılaştırılabilir düzeyde sağlam, dayanıklı ve basit bir yapı sağlayacak. Kültürel yaşamımızı yeniden şekillendirecek. En önemli enformasyon “kablodan-taze-çıkmış”, gerçek zamanlı enfomasyondur- bize tam şu anda şu ya da bu yerde neler olup bittiğini anlatan enformasyon. Günümüzde “şu ya da bu yer”yeryüzündeki bir yer –ofis, okul, Senato, şehir merkezi vb. anlamına geliyor. Çok geçmeden siber kürede bir yer anlamına gelecek. Kesintisiz her yerde hazır ve nazır siber-küre bugünün kaotik ve kekeme internet ortamının yerini alacak. Çalışan biriyseniz ofisinizde, öğrenciyseniz okulda ve eğer umurunuzdaysa dünyadaürüp giden hayatla, gözde rahat koltuğunuzdan kalkmaksızın bağlantıya girebileceksiniz. Ama başka uğraşlara girişmekten geri kalmayacaksınız. Aksine maddi ve sosyal ortamlar kendilerini yeniden düzenleyerek bu yeni kültürel gidişata ayak uyduracak.”.
Gelernter, büyük değişimlere yön verecek doğal yasaları da açıklıyor, geleceği belirlemek açısından önemli:

“1. Teknoloji dünyasında mevcut durumu ve değişimin temposunu donanım değil yazılım belirler. Bugün yazılım bocalama içinde, bir devrime ihtiyacımız olacak – ve inanın ki, böyle bir devrimi yaşayacağız.

2.Öğrenilmesi olanaksız İkame Yasası: Toplum daha yenisini değil, daha iyisini bulduğunda, bir şeyin yerine bir başka şeyi koyar. Herşeyin elli yıl sonra farklı olmasını beklemeyin. Elli yıl sonra hala kağıda basılı kitapları okuyor ve tuval üzerine yapılmış tablolara bakıyor olacağız. Beethoven dinleyecek, Fred Astaire filmlerini seyrediyor olacağız.

3. Elle tutulan kazanımlar elle tutulmayan kazanımlara her zaman ağır basar. ...Elle tutulur varlıklar yasası genelde bugünün bildik birçok alışkanlığının elli yıl ya da daha az bir süre içinde ortadan kalkacağını belirtir. ... Eğer tınmayacak kadar aldırışsız olmasalardı, üniversitelerin kafayı bu yasaya takmaları ve sonuçları karşısında dehşete düşmeleri gerekirdi. İnternet üzerinden eğitim daha şimdiden her tarafta ortaya çıkıyor.Bütün dersleri internete taşımak mümkün hale gelirse ve internet ders donanımının kalitesi her geçen yıl daha da gelişirse, bir üniversite varlık sebebi olarak neyi öne sürecektir? Üniversiteler maddi olmayan şeylerin satıldığı bir iş alanındadır. Öğretmenlerinizkle ve (daha da önemlisi) öğrenci arkadaşlarınızla ve bizzat kampusla yüz yüze gelmenizi sağlayarak, size kampus yaşantısını sunarlar. Dolayısıyla dünya üniversitelerinin yüzde 95 i elli yılda yok olup gidecek. Zirvedeki okullar ayakta kalacaklar; çünkü sahiden de elle tutulur bir şeyi satarlar – iş ve paraya dönüşen itibar.
... Elbette lisansüstü okullar da hapı yutacak.


4. ... Sonuçta teknoloji bir amaç değil bir araçtır. Elli yıl sonra (ya da çok daha erken bir zamanda) internet yerini enformasyon ışınlarıyla dolu siber-küreye bırakacak. Bu ışınlarla bağlantıya girdiğinizde, dışsallaşmış bir zihinle bağlantıya girmiş olacaksınız –size, bir kuruluşa ya da kuruma ait zihin. ... Enformasyon ışınları önemlidir, çünkü kendi “enformasyon hayatınızı” birine saklayabilirsiniz. Aynı şekilde bir kurumu saklamanız da mümkündür.”
Gelernter, bu ışınla yaşamanın, siber- kürenin yaşamımızı nasıl değiştireceğini burada verilmeyen çok ayrıntılı bir biçimde tarif ediyor. Neden olmasın dedirten gerçek bir bilim kurgu. Güçlü bir beyin jimnastiği. Eğitime vereceği yeni biçimleri düşününce heyecanlanmamak elde değil.


Roger C. Schank“Gelecekte daha akıllı olacak mıyız?” (sa.229-238). Yapay zeka alanında önde gelen bir araştırmacı, Carnegie-Mellon Üniversitesinde Bilişsel Sanatlar ve Seçkin Kariyer Kürsüsüs Başkanı, Kuzey Batı Üniversitesinde Bilim Öğrenme Enstitüsü Müdürü. En geniş alıntıyı bu çok yönlü bilimciden yaptım. Bu bilimci bana, enformasyon teknolojileri–bilişim–öğrenme arasındaki ilişkileri daha gerçekçi olarak kavramış bir akademisyen olarak göründü.

Schank akıllı olmanın ve eğitimli olmanın ne anlama geldiğini sorguluyor.

“Kesinlikle daha bilgili hale geliyoruz. Ortalama bir çocuğun erişebildiği bilgi zenginliği, elli yıl önce çocukların erişebildiği düzeyden hatırı sayılır ölçüde yüksek; buna karşılık çocuklarımızın elli yıl önceki kadar iyi eğitilmediğini ve okullarımızın beklentilerimizi boşa çıkardığını ileri süren insanlar var.

...hayatımızı zeka ve eğitim konusunda örtük olarak anladığımız fikirlere göre sürdürüyoruz. Bu fikirler önümüzdeki elli yılda ciddi sınavdan geçecek.”

Özetle daha akıllı ve eğitimli olmak daha çok şey bilmek değildir. Eskiden böyle kabul edilse de. Şimdi artan bilgiye ulaşma olanakları ile önemli olan şey daha çok sormak haline geldi. Schank, bilginin öğretildiği okul, bilgiye önem veren öğrenme, bilgiyi sorgulayan sınav sistemi gibi bugün hâlâ geçerli olan kavramlarımızı eleştiriyor.

“ Zeka sırf sorularınızın cevaplarını öğrenmiş olma becerisi midir, yoksa hangi soruları soracağınızı bilme becerisi midir? Cevapların değeri düştükçe soruların değeri artar. Çok uzun bir süreden beri cevap temelli bir toplumda yaşıyoruz. Bunun belirtileri her yerde görülüyor. ... Özellikle de cevapların not getirdiği okullarda. Sınav yapmak gitgide okullarımızın başlıca kaygısı haline geliyor. Okul soru sormayı öğrenmekten ziyade cevapları öğrenmeyi sağlayıcı bir rejime dönüşmüş durumda.

... Yapay zekanın günlük araçlar arasına girişi (hesap makinesinin kullanımıyla) aynı etkiyi gösterecek. Makinelerin her yerde ulaşılır hale gelmesiyle ve bizi ilgilendiren her türlü şeye dair sorulara cevap verebilmesiyle birlikte, her kişinin olgusal bir bilgi hazinesi olmasına yüklediğimiz değerler azalacak. Kasabadaki en bilgili kişinin aktarılacak bilgilere sahip olduğu ve geriye kalan bizlerin oturup bunları ezberlemeye mecbur olduğu anlayışına dayalı eski okul tasarımı, yerini bilgi edinmeye ilişkin yeni tasarımlara bırakacak. Bilgi artık edinilmeye değer bir meta olarak görülmeyecek. Kolay elde edilen herşey toplumun gözünde değer yitirir ve aynı durum bilginin de başına gelecektir.

... Değer verilen şey güzel sorular olacak.

... Şu anda bildiğimiz şekliyle okul,elli yıl sonra ilgisizlik yüzünden kuruyup gitmiş olacak. Sanal deneyimlere ulaşma olanağı varken ve dünyanın en iyi öğretmenleri her an sanal ortamda hazır dururken, olgusal bilgileri öğrenmek için ne diye okula gidilsin ki?

... Eğitim –daha iki yaşından itibaren- sorularınıza cevaplar vermeye ve yeni sorular yöneltmeye hazır akıllı kılavuzlarla birlikte ilginç dünyaları keşfe çıkmak anlamına gelecek. Meraklı çocukların önüne dünya üstüne dünya çıkacak. Böyle bir toplumda eğitim hangi sanal (ve daha sonra gerçek) dünyalara girdiğinizle ve söz konusu dünyalarda ne kadar şey öğrendiğinizle ilgili bir konu olacak.”

Schank, daha sonra deneyimin, deneyim çeşitliliğinin, deneyim ortamlarının önemi üzerinde duruyor: Aristoteles’ten, Galileo’dan, A.S. Neill’den, Einstein’dan alıntılar yapıyor:

(Aristoteles: Yapabilmek için öğrenmemiz gereken şeyleri yaparak öğreniriz.)
(Galileo: Bir kişiye hiçbirşey öğretemezsiniz; ancak içindekini keşfetmesine yardımcı olabilirsiniz.)
(Neill: Duyarım ve unuturum; görürüm ve unuturum; yaparım ve anlarım.)
(Einstein: Bilginin tek kaynağı deneyimdir.)

“... En derin anlamıyla eğitim her zaman bilmekten çok yapmakla ilgili olmuştur.
... İş yapmaya dönük daha fazla araç sunuldukça, iş yapmak önem taşıyacak.” diyor ve geleceğin eğitimini tanımlamaya girişiyor:

... mevcut kurumların yerini almak üzere ortaya çıkan sanal okullar, verdikleri diplomalardan çok sundukları deneyimlerden dolayı öğrencileri çekecek. Bu deneyimler öğrenmeye karar alındığında alınacak şekilde hazır beklemesi nedeniyle, çoğu öğrenci yüksekokula on sekiz yaşından çok önce başlayacak. Çeşitli sanal deneyimlerdeki başarı, bizi yenileriyle karşılaşmaya özendirecek (aşağı yukarı video oyunlarının şimdi yaptığı gibi). Diploma veren kuruluşlar aldığınız dersler yerine, daha çok yapabildiğiniz şeyler -elde ettiğiniz sanal meziyet rozetleri- üzerinde titizlenecek”.

“... Uğraş alanları kendilerine özgü deneyimler yaratacak. Harvard ya da Columbia’nın fizik dersleri sunması yerine, dünyanın dört bir yanından fizikçiler sanal-eğitim-dünyası tasarımcılarıyla birlikte çalışarak, fizik deneyimleri yaratmaya yönelik yazılımlar hazırlayacak. Bu deneyimler herkese açık olacak. En akıllı insanların dersleri ne kadar iyi öğrendiklerini anlamak üzeresınavlar uygulayan okullarda iyi notlar almış kişiler olduğu yolundaki eski anlayış; en akıllı öğrencilerin, yazılımlar için cevaplandırılmak üzere insanlara gönderilecek sorular yönelten kişiler olduğu anlayışına dönüşecek. Zeka bir eğitim deneyiminin sınırlarına dayanma becerisi anlamına gelecek.”

“... Her kuşak bir sonrakine bıraktığı deneyimleri geliştirir. Ama önümüzdeki kuşakta olağanüstü boyutlarda bir sıçrama yaşanacak. ... devletler şu anda egemen olduklar eğitim alanında yer almanın hayalini bile kurmaktan vazgeçmek zorunda kalacak.”

“önümüzdeki elli yılda deneyimin ve ilgi alanını genişletme becerisinin esas zeka ölçüsü ve esas ifade özgürlüğü olduğunu anlamaya başlayacağız. Sanal deneyim yaratma önemli bir sanayiye dönüşecek. ... Gelecekte sanal dünyalar çok daha karmaşık hale gelecek ve hatta gerçek dünyayla iç içe geçecek. Girdikleri sanal dünyalarda bizden daha fazla deneyim kazanmış kişileri arayacağız. Gerçek zeka ölçüsünde belirleyici etkenlerin, henüz cevabı bulunmamış sorular ve bunların üzerine eleştirel düşünme yeteneği olduğunu anlayacağız.” Schank bunun üniversitelerde iyi anlaşılmış, politikacılar tarafından ise gerçekten kavranmış olduğuna değiniyor, bunun bilgi ve zekaya arz ve talep temelinde bir bakış olduğunu belirtiyor.

“Gerçekçi performans ortamlarına dayanan bir eğitim sisteminde neler bildiğimiz değil, neler yaptığımız önem kazanır. Önemlidüşünsel meseleler sanal eğitim dünyasındaki öğrencilerin etkileşimlerinden doğan sorular etrafında dönecek.

Eğitim ortamları sorular için üstelediğinde, sorulara nasıl varıldığını sorduğunda ve söz konusu soruların ortaya çıkardığı deneyimleri bilmek istediğinde, bilgisayarların sunduğu köklü değişim gerçekleşmiş olacak. Hepimiz yeni deneyimlerden korkmama anlamında akıllı, hem de çok daha akıllı olacağız. Bu deneyimleri bulma yollarını öğreneceğiz ve onlardan öğrendiklerimizle gelişeceğiz. Kafalarımız farklı biçimde eğitilecek ve düşünsel dünyamıza sosyal ya da fen bilimciler değil, o ortamda bulunan ve dolayısıyla merak duyan deneyimciler yön verecek.”.



Alison Gopnik
Son kısa alıntı Alison Gopnik’ten, Berkeley California’da psikoloji profesörü, “Çocukların bilimcilere öğreteceği şeyler” konulu 50 yıl sonraki geleceği öngören makalesinde önemle beynin değişme becerisini vurguluyor: (sa.71-84)
“Beyinle ilgili en önemli şey, çevreden gelen girdiye tepki olarak değişme becerisidir. Beyin herşeyden önce öğrenen bir organdır. ... Öğrenmeye dönük yeni bilim bize şunu anlatmalıdır: Bilgi ...doğuştan gelen temel insan hakkımızdır.”

Değerlendirme

Hangi açıdan bakılırsa bakılsın, bugünkü eskiye dayalı ayrışmış, aşırı nesnel, bilgi biriktirmeye değer veren bilim anlayışı ve alışılmış üniversite kavramı çok yakın gelecekte kökten değişimler yaşayacak gibi görünüyor. Şu anda yaşanmakta olanlar geleceğin habercisi.

o Bilimde alanlar arasında bütünleşme ve yeni terimlerle tanımlanacak yeni arakesit alanlar ortaya çıkmakta. Bu gelişme bilime zenginlik katıyor, farklı bakış açıları kazandırıyor.

o Her alanda nicelikler yerine yeniden “nitelikler”e önem veren bir bilimsel yaklaşım benimseniyor. Önceki yarım yüzyılda bilimsel kabul görmeyen sezgisel yaklaşımlar bütüncül bilime katkıda bulunuyor.

o Teknoloji farklı yaşam kalıpları için olanaklar bunuyor. Bu da sosyal anlamda, felsefi anlamda kuşaklar arasındaki uçurumları derinleştiriyor. Bilgiye bakış, yaşam seçimlerinin değişimi, bireyin kendini anlaması ve hatta kendini ve geleceğini tasarımlaması yönündeki yaklaşımlar bugün bizleri şaşırtmıyor, tam tersine yüreklendiriliyor.

o Piyasa koşulları ve üst politik ortamlar değişimi daha çabuk algılıyor. Bilimdeki değişime rağmen, eski kuşağın etkisinde olan üniversite eğitimi/yüksek eğitim politikaları, her zamanki gibi gelişmeleri geriden izliyor.

Özetle, eleştiri yapabilme/eleştiri kabul etme becerisi, seçim yapabilme becerisi, kendi yaşamına yön verebilme becerisi değerini koruyor. Mutlu bir benlik diğerlerinin mutluluğu yönünde adımlar atabiliyor. Daha paylaşımcı ve katılımcı olabiliyor. Gelişen teknoloji de buna yardımcı oluyor.

Belki de, üniversitelerin bilime ve yaşama yön verebilme açısından gelecekte var olabilme şanslarının ve koşullarının yeniden sorgulanması gerekiyor. Burada “üniversite” kavramı ile insanları geleceğin bilim ve felsefesi üzerine düşünce üretebilmek üzere bir araya getiren, buluşturan, fırsatları yaratan, bu bir araya gelişleri organize eden bir kurumdan söz ediyoruz. Eğer bu anlamda düşüncenin yaratımı ve paylaşımı süreçleri dokunarak ve hissederek gerçekleşmiyorsa, ya da hissetmenin dokunma hissinin ve hazzının da sanal yolları bulunursa, bu ortam (üniversite ortamı) sanal da olabilir gerçek de.

Henüz bilimsel anlamda en zor soru olarak ortada duran “bilinç nedir?” sorusu ve öğrenmenin gizemleri keşfedilmeyi bekliyorken üniversitelerin bu anlamdaki sorumluluğu tükenmiş görünmüyor.


Mimarlık Eğitimi X Tasarlama Eğitimi

Bu aşamada temel eğitim alanımıza “Mimarlık Eğitimi” mi demeliyiz? Artık bundan emin değilim. Daha çok yönlü ele alırsak “Tasarlama Eğitimi” demek daha doğru görünüyor. Mimarlık yaşam çevremizi oluşturan tüm yapılı çevre elemanlarını kapsıyor. Bu doğru, ancak buna ve diğer meslek alanlarına da (özellikle mühendislik alanlarına) giden eğitim, doğrudan tasarlama eğitiminden geçiyor.

Biz mi öğrenciyi seçeceğiz, öğrenci mi bizi?Halen öğrencilerimizi –bir yolla bizim kurum olarak seçerek/eleyerek aldığımız öğrencilerimizi– meslek alanımızda ve onun dışındaki yaşayan dünyaya ilişkin çeşitli bilgi ve becerilerle donatmayı organize ediyoruz. Henüz niceliklerle, çokluklarla mücadele ediyoruz. Çok sayıda öğrenci ve öğretilmesi hedeflenen çok sayıda bilgi ve beceri var.

Yarın onlar bu kurumu şu ya da bu tür ayrıcalıklı deneyimi kazandırdığı için şu ya da bu kadar süre için seçecekler. Biz bu deneyimlerin geçici planlayıcıları olacağız. Bugünden seçme derslerin, proje studyolarının karşılıklı tanınması, yabancı eğitim deneyimlerinin tanınması, biraraya gelen çeşitli kurumların ve ülkeleri öğrencilerinin buluşmaları yaşanan gerçekler. Bu türden iç içe geçişler, halihazır uygulamalarımızla da yüreklendiriliyor. Bu eğilim geri dönüşsüz bir gelişme olarak görünmektedir.

Tasarlamanın deneyimlenmesi temelinde disiplinlerarası buluşmaHalen seçtiğimiz öğrencilerimizi mimarlık mesleğini yapmaya yardım edecek pratik/kullanışlı bilgi ve beceriler ile donatıyoruz. Çok yakın bir yarında ise, hangi alandan olursa olsun, bu becerileri öğrenmek isteyenlere yaratıcı deneyimler biçiminde sunacağız. Bizim sunacağımız deneyimleri almak isteyecek çeşitli mesleklerde uygulamacı olmak isteyecek çocuk, genç-yaşlı bireyler bulunacak. Bu nedenle tek bir mesleği öne çıkaran bir eğitim biçiminden çok daha farklı ve geniş düşünmeye yönelmemiz gerekebilir. “Tasarlama”yı öğretmeye soyunabiliriz. Bu yolla mesleğimizi de içine alan çeşitli disiplinleri buluşturmamız mümkün olabilir. Bugün staj dediğimiz kurum dışı eğitim deneyimleri de, yine çeşitli meslek alanlarını bütünleştirecek biçimde kurgulanarak fiziksel çevrenin biçimlenmesinde sorumluluk paylaşılabilir. Bu tür bir tutum, belki de kendi akademik alanımızın diğer mühendislik disiplinlerindeki tasarım anlayışına vazgeçilmez bir katkısı olmaya, ortak yarar sağlamaya başlayabilir.

Kendi mesleğimiz açısından yaklaşımlarımızın yeniden örgütlenmesiHâlâ mimarlık bölümü öğretim üyeleri olarak yapacağımız, yapabileceğimiz işler var. Kendi aramızdaki tartışmalarda hangi deneyimleri kazanmak isteyebilecekleri ve bunların çeşitli mesleklerin icrasında kullanışlılığı üzerinde duracağız. Ne oranda ve ne tip deneyimlerin ve bilgilerin hangi uygulamaya dönük işlerde kullanılabileceği konusunda karmaşık varsayımlarda bulunacağız. Bu bilgilerin o zaman kesiti için en uygun ve en doğru kaynaklarını arayacak, ayırdedecek ve önereceğiz. Belki de bazılarımız bu tür bilgilerin üretilmesi konusunda uzmanlıklarını güncelleyerek geliştirecekler. Sadece o bilgiyi üretecekler. İhtiyaca göre zenginleştirip yeniden formatlayacaklar. Burada farklı tip akademik çalışma alanlarından söz ediyoruz.

Deneyim seçenekleri oluşturacağız. Yol gösterecek ve daha önce bu deneyimleri yaşamış ve daha iyilerini geliştirmiş uygun katılımcıların katılımını organize edeceğiz. Ya da bizzat kendimizi “tasarım deneyimleri tasarımcıları” olarak dönüştüreceğiz.

Akademik yaşam, çok uzun süredir iddia ettiğimiz gibi, eğitim/araştırma/uygulama üçgeninde yerini arama, denge kurma süreci olarak algılanmayacak. Bu kısa ömürlü olan biz insanlar için çok haksız bir yüklenme olur. Bu karar da diğer bireysel gelişim kararları gibi işleyecek. Özgürce ancak, ölçütleri bulunan bir ilerleme doğrultusunda kendimizi ya da kurumumuzu geliştireceğiz.

Bu düzende uzlaşılabilir çözümler yerine tartışmalı ortamların yaratılması daha önem kazanabilir. Aynı konuya farklı boyutlardan bakan, belki de tamamen tersini düşünen bireylerin başlatacağı tartışma ortamları, yazarların da belittiği gibi, genç zihinlerde yeni sorular açılması bakımından yarar getirecektir. Herşey şeffaf ortamda gerçekleşeceğinden, kısıtlayıcı ideolojilerin etkisi azalacak. Şimdi halkın katılımı ile gerçekleşen, halka açık medyadaki açık oturumlarda yaşanmakta olduğu gibi.

Belkide gelecek nesiller dünyayı algılamada daha gerçekçi ve uyum sağlayabilir olacaklar. Toplumdaki birçoğumuz gibi çevrelerinden giderek soyutlanan idealistlere dönüşmeyecekler. Onların ilerdeki yaşamlarıyla, meslekleriyle barışıklığı düşünüldüğünde bu o kadar da kötü değil.

Bugün ne yapalım?
Halihazır durumumuzda kökten değişimler yapma lüksüne sahip değiliz. Ancak bundan sonra atacağımız her adımda, beklentilerimizi doyuracak küçük aşamalarla geleceğe doğru yürüyeceğiz kuşkusuz. Zaten ülke olarak değişimi oldukça hızlı yaşıyoruz. Batı üniversitelerinden farklı olarak, değişime açık bir akademik toplumuz.

Öncelikle, zihinsel olarak kendimizi dayatmacı olmayan, seçeneklere olanak tanıyan ve yeni girişimlere saygı gösteren bir anlayışa yöneltmeliyiz. Gençlerin bu yöndeki yaratıcı hatta zorlayıcı önerilerini desteklemeli, bilgi vermeyi dayatan eğitimcileri yavaş yavaş esnek yaratıcı genç beyinlerle değiştirmeliyiz. Bu bir arz-talep gerçeğidir. Değişime ayak uyduramaz isek dışlanacağız.

Bu durumda bu çalıştayın temalarına geri dönmek istiyorum:
o Mimarlık eğitiminde değişimin tasarımı
o Değişim içindeki mimarlık eğitiminin sorunları: Eğitim ortamının tasarımı, Genel ve özel yetkinliklerin müfredat içinde ele alınması,
o Mimarlık Eğitiminin hedefleri, yeni eğitim modelleri

Bu temalar için çalışırken akılda tutmamız gereken hususlar var:

1. Kurumlar arası rekabet: Rekabetin çekici yanı yeni deneyimleri sunamayanların kendiliğinden yok olacak olmasıdır. Her olanak paraya bağlı değildir. Zekâ daha büyük farklılıklar yaratabilir. Önemli olan bu olanakları araştırmaktır. Belki de önceden kurum kimliği kavramıyla ortaya koymaya çalıtığımız farklılık budur. Kurumlar arası ilişkinin rekabet nedeniyle azalacağını düşünmüyorum. Tersine farklı birliktelik ortamları için, çok farklı kurumların işbirlikleri gerekecektir. Bu yönde de halen yurt içinde ve yurt dışı ilişkilerimizde çabalarımızın bulunduğunu, oldukça yol aldığımızı unutmayalım.

2. Meslek kıskançlığı: Yeni yolumuzda kendi verebileceklerimizle mimarlıktaki yan alanlara, diğer mühendisliklere katkıda bulunabiliriz. Mühendislik alanlarında da akademisyenler arasında içe kapalı yapılar bulunmaktadır. Arakesit bilim alanlarındaki egemenlikler sorgulanmaktadır. Ancak biz kendi işimize bakalım ve ürettiğimizden diğerlerinin yararlanması için açık kapılar bırakalım; alanına bakılmaksızın diğer öğrenciler için de seçenekli deneyimler sunalım. Kendimize varlık nedeni oluşturalım.

3. Artan öğrenci sayıları: Daha fazla sayıda öğrenci için hazırlıklı olmalıyız. Çünkü yeni nesil öğrencilerimiz sadece bizim kuruma kabul ettiklerimiz olmayacaktır. Bu bilinçle, sanal ortamları, internet erişimlerini ve bulabildiğimiz her aracı kullanmak durumundayız.

4. Kaynak yaratma: Bütün bunları gerçekleştirebilmek için de kaynak yaratmak gerekecektir. Kaynak yaratmanın bir uzmanlık alanı olarak profesyonelce kurgulanması, çalışmaların buna göre yönlendirilmesi ve pazarlanması gerçeğiyle karşı karşıyayız. Vakıf Üniversiteleri bunu çok iyi algıladılar ve yöntemlerini hızla geliştiriyorlar.

5. Yönetim ve organizasyon: Tüm çalışmalarımız, hedeflerimiz bundan böyle işi sadece bunları planlamak olan profesyonellerce sürdürülmelidir. Akademik kademelerin en yükseği akademisyenin kendi alanında yaptığı/ürettiği çalışmaları ile ulaşacağı aşama olmalıdır. Yönetim bir hizmet türüdür, farklı beceriler gerektirir. Akademisyenlerin yönetimle kaybedilecek zamanı olamaması gerekecektir. Okulun etkinliklerinin yönetimi, bilgi/deneyim üretiminin yönetimi, kalitesinin yönetimi, insan kaynaklarının yönetimi gibi konuların çözümünün aslen ilgi alanı mimarlık, tasarım ve/veya planlama olan yöneticiler grubundan beklenmesi de bence haksızlıktır. Bu konuda ne yapılabilir bilmiyorum, ama kendi deneyimlerimden yanlış olduğunu düşünüyorum. Çünkü eğitim ya da gelişim politikalarını belirleyen yönetim kadroları değil, alanın akademisyenleri olmalıdır. Yönetim kadroları yönetime ilşkin kendi konularında danışmanlık eder, yol gösterir ve çözüm üretir. Yönetim ve akademik yaşam arasındaki bu ayırımın deneyimlenmesi de gelecekte sanırım devlet üniversiteleri için de kaçınılmaz olacaktır.

Görüldüğü gibi, çalıştayın hedefine yönelik olarak bu bildiride somut hiç bir şey söylenmedi ve önerilmedi. Önerilerin derin düşünce oturumlarında kurumların içinde geliştirilebileceğini ya da şu veya bu şekilde ortaya çıkmış önerilerin bu gözle değerlendirilebileceğini düşünüyorum. Belki de kendi bölümüme ilişkin önerilerimi geliştirirken yararlanabileceğim düşünsel altlığı oluşturdum ve bu düşüncelerimi sizlerle paylaştım.

Teşekkür ederim. Nur Esin, Eylül 2007 /div>